13 Şubat 2017 Pazartesi

Ah Mercimeğim

.......Belçika'daki dayıoğluna Türkan'ı vermiş. Birbirlerini hiç görmeden nişanlı olmuşlar.
-Adamın fotoğrafını bile mi göstermediler? 
-Kenan Kalav'a benzermiş.
-Onu bilemedik, başka kime benzer?
-Bizim Türkçe hocasının bıyıklısını düşünün ama saçı o kadar kabarık değil. 😄😄

Hayatın yükü erken biner omuzlarına onların. On yaşında çocukluğu ölür, on birinde ekmek parası kazanmaya çıkar gurbete. Cigaraya erken başlarlar bu yüzden. Elleri, yüzleri otuz yaşında buruş buruş olur. Hakkı Bulut, Orhan Gencebay gibilerinin şarkıları canlarını çok yakar. Onların gözünde Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisi eşkenar bir üçgenden başkası değildir. Çok zaman aç gezer ama tok osururlar. Yoksulluk alın yazısı olsa da bunu bilir ama namerde muhtaç olmadan yaşamak ve adam gibi ölmek isterler. Herkesin ortasında ağlayıp erkekliğe bok sürdürmezler. Gizli gizli ağlarlar. İçli içli. En büyük hayalleri kaloriferli evde oturmak, takım elbise giymektir. Şimdiki nesil bilmez ama onlar çok iyi bilir, babaları başlarını ne zaman sevgiyle okşadıysa o anı mıh gibi kazırlar akıllarına. Onların gözünde okul müdürünün önünde şiir okumak öyle her babayiğidin harcı değildir. Cesur adamlara göre bir iştir. Birini sevmek; insanın tüm kalbiyle, tüm bedeniyle, hatta tüm varlığıyla yapacağı bir iştir. Bunu böylece bilirler. Sözlerine yalan, aşlarına haram katmazlar. Alnı açık, yüzü ak olmayı önemserler. Cahildir pek çoğu. İtin taştan yıldığı gibi yılarlar devletten. Hayınlık yoktur kumaşlarında. Saman altından su yürütmezler. Neyse gönüllerinde yatan aslan, vakti zamanı gelince çatır çatır söylerler. Yufkayı yağda kavurur üzerine yumurta kırarlar, onu da yağsız yufkayla yerler. Adına omaç dedikleri bu ziyafeti şu yalan dünyada tatmadan ölen adamın haline acırlar. Kimliksiz doğar, koskoca Türkiye Cumhuriyeti'nin ruhu bile duymadan senelerce yaşarlar. Arkadaşları için gözyaşı döker, ananın babanın gölgesinde soluk almanın dünyanın en konforlu işi olduğunu bilirler.

Kim mi bu adamlar? Tabi ki bozkırda doğanlar. 😊

Anadolu'nun her yerinde bulabileceğiniz çiçek gibi adamlardan bahsediyorum. Babanızdan, dedenizden, baba annenizden, amcanızdan... Etrafınıza biraz dikkatli baktığınızda bu özelliklerin en azından bir kaçını taşıyan, bir kaçını yaşayan adamlardan birini tanıyorsunuzdur. Belki de siz yaşamışsınızdır? Kim bilir, ilk aşkınızla göz göze geldiğiniz yer bir ceviz ağacının dibidir. Bir tarihte babanız ekmek derdine düşüp çoluğu çocuğu bir kamyon arkasında bilinmeze doğru götürmüştür. Belki öksüz bir arkadaşınız olmuştur, sahipsiz kalmıştır. Evinize götürüp aynı döşekte uyumuşsunuzdur? Şu uyduruk düğün şarkıcılarından birinin tıngırdaması bir an bile olsa yüreğinize dokunmuştur. Kim bilir? 😊 Belki siz de köfte ekmeğin hamburgere göre daha samimi olduğunu anladığınızda çok geç kaldığınızı düşünmüşsünüzdür. Kim bilir?


Mustafa Çiftçi'nin son hikaye kitabı Ah Mercimeğim'den bahsediyorum. 107 sayfalık çok keyifli bir moladan. Hararetli bir okuma önerisinden bahsediyorum. Ah Mercimeğim isimli hikaye kitabından. 

Bazı yazarlar vardır. Yazdığı romanın/hikayenin teknik ayrıntılarını çalışır. Yazacaklarının gerçeklikle örtüşmesi önemlidir. Söz gelimi hikaye nerede geçiyorsa o bölgeye gider, tarihi kayıtlara bakar, müze ziyaretleri yapar, bilimsel indekslere bakar, yaşayan tanıklarla röportaj yapar. Tüm bunlar ortaya teknik yanı güçlü kitaplar çıkarır. Bu tarz kitaplarda yazar teknik şartlara o kadar çok enerji harcar ki zaman zaman içtenlik denilen o tuhaf duygu ortadan kayboluverir. Sonuçta ortaya mekanik yanı güçlü ama duygu yanı cılız kitaplar çıkar.  

Bazı yazarlar ise hiç ders çalışmazlar. Ne bilimsel indekslere bakar ne de o dönemin vakanüvislerinin notlarını okurlar. Onlar sadece yazarlar. Bu yazma işi çok zaman kendiliğinden olur. Yazar, kalemi kağıdın üzerine bırakır ve olanları izler. Birazdan kalem işini bitirir ve ortaya leziz mi leziz hikayeler çıkar. Yazarın yaşadığı bu anın adı pozitif psikolojinin meşhur kavramı AKIŞ'la anlatılır. Bu akış anında yazar; çok iyi bildiği bir coğrafyada, çok iyi okuduğu insan yüzlerinin arasında ve çok yakından izlediği hikayelerin içinde yalın ayak dolaşır. Yazarın gezmesi bitip, başını kaldırdığında ortaya yeni bir hikaye çıkmıştır. Mustafa Çiftçi böyle bir yazar. Neredeyse yazdığı bütün hikayeleri bizzat yaşadığını düşüneceğiniz kadar hikayelerinin içinde gezen bir yazar. Bu nedenle hikayelerini yazmadan evvel ders çalıştığını falan düşünmüyorum. 😊😊  
Yozgat Bilgi Kitabevi işletmecisi
kardeşim Ahmet, yazardan imzalı bir kitap gönderdi.
Hem yazara, hem kardeşime teşekkürler. 😊 

"İnsan sıcağı öyküler" diye çok klişe bir laf var. İşte Ah Mercimeğim'in içindekiler öyle sıcak. Yakanızdan kavrayan hikayeler var kitapta. Sümüğünüzü çeke çeke ağlatacak hikayeler. Hepsi gerçek, hepsi acıklı, hepsi komik ve hepsi bize benzeyen hikayeler...   





5 Şubat 2017 Pazar

Biraz Daha Okuyaydın Tanrı Olurdun

"Tarih çok az insanın yaptığı, geri kalanların tarla sürdüğü veya kovaları taşıdığı bir şeydir."

Homo Sapiens'ten


İyi bir film izlemek istiyorsanız bu kitapları okuyun: Homo Sapiens, ve Homo Deus. Genelde romanlar film gibi olur ama bu kez durum başka. Sözünü edeceğim kitaplar roman değil. Bir tarihçinin elinden çıkma ve kategorisi "inceleme" şeklinde belirtilen kitaplar. Laf aramızda, yazar iyi incelemiş.😉 Kitapların film izlemekten pek bir farkı yok. Satır aralarında binlerce yıllık insanlık tarihi gözlerinizin önünden akıp gidiyor. Bir nevi "insanlığınızın konu tekrarını" yapıyorsunuz. Hızlandırılmış bir insanlık etüdü. İlk kitap olan Homo Sapiens, bilinen tarihimizin önemli duraklarını anlatıyor. İkinci kitap olan Homo Deus ise olası bir gelecek tasarımı yapıyor. Tabi yazar, geleceğin asla tahmin edilemeyeceğini, öngörülen bir çok şeyin yanıltıcı olacağını da söylüyor. Söz gelimi hiç kimse  90'ların başında internetin keşfedileceğini ve tüm dünyayı etkisi altına alacağını tahmin edememişti diyor.    
Kitapları peşpeşe okumanızı öneririm.
Sapiens neyse de
Homo Deus tek başına pek bir şey ifade etmez.
Kitapların yazarı İsrailli bir tarihçi: Yuval Noah Harari. Kendisi köken olarak Yahudi olsa da kitap boyunca onun bir ateist olduğunu düşünmek için bir sürü neden bulabiliyorsunuz. İsrail nüfusunun % 20'sinin bir Tanrıya inanmadığı ile ilgili yapılmış anketler var. Yazar galiba bu % 20'lik grubun içinde. Kitap boyunca yazar; dinler, ideolojiler ve öğretiler ile ilgili pek çok eleştiri yapıyor. Uydurma ve insanların kafasında oluşturulmuş olduklarından vb. sıkça bahsediyor. Artık Tanrılara ihtiyacımız olmadığının altını defalarca çiziyor. "Maşallah" denilecek bir naiflikle Tanrıları kapının önüne koyan bu adamın kafa konforuna hayran oluyorsunuz. "Ne içtiyse kesin öğrenmeliyim" "ne güzel şey şu ateizm" diye diye kitabı okuyorsunuz. İkinci kitabın sonunda ise onun da ölümlü sapienslerden bir sapiens olduğunu, onun da türbelere mum yakıp dilek ağaçlarına çaput bağlayan bir "çaresiz insan" olduğunu öğreniyorsunuz. Yazar, içsel huzurunu 2500 yıllık bir Hint öğretisi ile sağladığını ifade ediyor. Gerçekliği olduğu haliyle gözleme, zihni ve dünyayı daha iyi görme noktasında destek olduğu için Vipassana öğretisine ve hocası Satya Narayan Goenka'ya teşekkür ediyor. Bu öğretinin odaklanma becerisini artırdığını ve zihinsel gücünü artırdığını ifade ediyor. Dünyada üç tane ilahi din var, ve üçü de tanınmaz halde. 'Buda' isimli bir garip çıkıyor, yepyeni bir din kuruyor ve reytingleri alt üst ediyor. Holivud artislerinden kaç müslüman sayabilirsin? Ben hiç tanımıyorum ama içlerinde bir sürü Budist var. Neyse konumuz bu değil. 

Harari'nin hocası:
Satya Narayan Goenka
Harari, uyguladığı meditatif yöntemlerden olsa gerek, zihni inanılmaz berrak bir adam. Kitap boyunca bu zihinsel berraklığı her bölümde hissediyorsunuz. Yazar okuyucuya niteliği çok yüksek ve gerçek bir "entelektüel sörf" yaptırıyor. Bilmediğim, duymadığım hatta aklımın ucundan dahi geçirmediğim bir sürü şey öğrendim. Harari bir tarihçi, yazdığı kitabın sunumu sanki bir tarih kitabıymış gibi yapılmış ama içerik öyle demiyor. İçeride onlarca bilim grubuyla ilgili heyecan verici bilgi raks ediyor. Benim gibi tarihten hazzetmeyenler bile kitaptan sonra eminim ufak ufak tarihi okumalara başlayacaktır. Kitap, çok keyifli bir okuma imkanı veriyor. Yazarın dili ve çevirmenin becerisi muazzam. Kullanılan dil akademiye yakın ama sportif bir dil. Bu tarz bir dil kullanımı çoklarının hoşuna gidecektir.

"İnsanın evcilleştirdiği ilk hayvan 5000 sene önce köpektir."

Yazar, insanın evcilleşen ilk hayvan olduğu bahsiyle başlıyor. O'da pek çok bilim adamı gibi insanın bir vahşi olduğunu, diğer vahşilerin arasından evrim vesilesi ile sıyrıldığını ve dünyayı ele geçirdiğini söylüyor. İnsanın diğer vahşilerle birlikte yaşadığını, çoğaldığını, avının peşine düştüğünü hayal etmemizi istiyor. Kocaman bir ormanın ortasında birlikte yaşayan kaplanlar, filler, oynayan çocuklar, beli bükülmüş neneler, şempanzelerle akşam gezmelerine çıkan babalar....Böyle bir ekolojik atmosferden insanın sıyrıldığını ve medeniyeti kurduğunu ifade ediyor. Bu aşamanın insanlık tarihindeki Bilişsel Devrim olduğunu belirtelim.

Bilişsel süreci sağlıklı bir şekilde atlatan dedelerimiz, önce avcılık toplayıcılık işine giriyorlar. Tabi, zor bir iş. Akşama kadar elinde mızrak tavşan peşinde koşmak, diğer vahşilerden korunmak, her gece başka bir ağaç kovuğunda feneri söndürmek, meyve toplamak için ağaç tepelerinde tünemek falan zor geliyor. Sigortan yok, öğle yemeğin yok, hafta sonun yok, yaz tatilin yok nereye kadar koşturacaksın, yarın bunun yaşlılığı var deyip ikinci devrimi başlatıyorlar. Tarım Devrimi. Yazar bu devrimin tarihin en büyük aldatmacası olduğunu söylüyor. Toprağı keşfeden dedelerimiz, avcılık toplayıcılığa tövbe edip asıl paranın tarım ve hayvancılık işinde olduğunu anlıyorlar. Buğday, mercimek, bezelye...Allah ne verdiyse ekip biçiyorlar. Yazar, avcılık ve toplayıcılığın insan doğasına daha uygun olduğu fikrinde. Hatta ikinci kitabında Hz. Adem'in cennette avcı toplayıcı olduğunu, dünyaya gelmesiyle birlikte tarım yapmaya başladığını yazıyor. Gün boyu hareket halinde olan insanların daha sağlıklı ve doğal yaşadığını düşünüyor. Akşama kadar hareket halinde olan avcı-toplayıcı atalarımızın daha çeşitli ve zengin beslendiğini belirtiyor. Haksız da sayılmaz. Zira tarımla beraber insanın besin çeşitliliği anında düşüyor. Önceden çeşit çeşit meyve sebze ile beslenen insan, bir anda tek tip tahıla abanmaya başlayınca obezite başlıyor. Halbuki Canan Karatay, bulabilirseniz genetiği değiştirilmemiş buğday yiyin diyor.  😉    

"Tarım devrimi insanın kendine attığı kazıktır."

Tarımla beraber gıda stoğu yapma ihtiyacı, obezitede artış, ölüm oranlarında artış, endişe ve kaygı oranlarında artış gibi sosyo-psikolojik olumsuzluklar da ortaya çıkmaya başlıyor. Biz tarımdan ziyade derin dondurucunun icadı ile bunların başladığını düşünsek de işin aslı galiba öyle değil. Toprağa bel bağlayan üretici insan, acaba yağmur yağacak mı diye endişe ile beklemeye başlıyor. Bu esnada geçen seneden deposunda bulunan gıda stoğunu tüketiyor. Yağış beklentisinin yarattığı stres yüzünden daha çok yemeye başlıyor. Cipsti, çikolataydı colaydı derken obezite baş gösteriyor. Tarlada çalışırken eğilip bükülen insan, bir yandan da eklem ağrıları, bel fıtıkları, göbek fıtıkları gibi hastalıkları da  bizlere miras bırakıyor. Oysa avcılık toplayıcılığın gözünü seveyim. Akşama kadar gez, meyveyi dalından ye, çoluk çocuk derdi yok, eve ne götüreceğim dedi yok...Oh mis (Bu arada avcılık toplayıcılık dönemi ile ilgili bilinenler çok az olduğu için hayal kurmak serbest 😆) 

"Endişe, tarım devrimi ile başlar."

Tarım demek yerleşik hayat demek. Seneye ne olacak diye enikonu kaygılanmak demek. Güvenlik tedbirlerini artırmak demek. Masraf demek. Çatıyı aktarmak, sabanın dişlilerini tamir etmek, su deposunu büyütmek demek. Yazara göre günümüzdeki dertlerimizin yegane kaynağı tarım devriminin ta kendisi. İnsanın daha iyi şartlarda yaşama isteği çok defasında olduğu gibi yine kötü sonuçlanmıştı. 
M.Ö 1200, Mısır. Saban ve öküz. 


Tarım devrimi beklenenden uzun sürüyor. 😀
20. yüzyıl. Saban ve öküz
Tarım devriminin belki de en etkileyici sonuçlarından biri insanın esnek ilişkiler kurabilen bir canlı olduğunun keşfedilmesi olmuştur. İnsanın, diğer vahşilerle arasındaki en önemli farklardan biri de bu özelliğidir. İnsan, esnek ilişkiler kurabilmekte, diğerleri ile iletişim anında değişik manevralar yapabilmektedir. Bu özelliği onun "hayali düzenler" kurabilmesini sağlamıştır. Tüm insanların inandığı, kabul ettiği, öyle olduğuna kani olduğu değerler manzumesi insanın bu özelliğinin bir sonucudur. Devletler yıkıp, imparatorluklar kuran, sözleşmeler yapıp, kanunlar çıkaran, para basıp, yazı yazan insan, herkesin inandığı bir düzen kurmayı başarmıştır. 
İnsan, diğerleri ile iletişim kurabilen
esneklikte bir türdür.

Söz gelimi para, insanın yarattığı psikolojik kurguların en harikalarından biridir. Para, düşmanları bile buluşturabilme yeteneğine sahip muhteşem bir buluştur. Takas ekonomisinin bütün zorluklarının parayla çözüldüğü gerçeği, işte bu esnek düşünebilme becerisinin bir sonucudur. Paranın bir şeyi başka bir şeye dönüştürücü gücü, insan evladının birbirine güvenmesini sağlamıştır. Reel hayatta kıymetli bir şey olduğu herkesçe kabul edildiği sürece para her şeye dönüşme gücüne sahiptir. Fiziksel olan, para sayesinde zihinsel olana dönüşür. Söz gelimi para iki ezeli düşman arasında "güvene" dönüşür. Ya da bereketli bir pirinç tarlasına dönüşebilir. Sadakate, dostluğa, meyveye, misafirperverliğe, ayakkabıya...Paraya hepimiz güveniyoruz; çünkü bakkalda ona güveniyor, kralda ona güveniyor, komşum da ona güveniyor. Devlet vergiyi onunla alıyor. 

"Tarih ilerledikçe insanların daha iyi ve mutlu olduklarına dair bir kanıt yoktur."

Nitekim öyle de olmuştur. Tarih ilerledikçe mutsuzluğumuz artmış, huzursuzluğumuz katlanmıştır. İnandığımız dinler birbirimizi öldürme konusunda çare olamamış, ürettiğimiz tarımsal ürünler paylaşılamamış, kazanılan savaşlar insanın içindeki derin tatminsizlik çukurunu dolduramamıştır. Bu çukur hala dolmuş değildir ve dolacak gibi de görünmemektedir. Bu noktada paranın biçimlendirdiği insan, merakının da verdiği motivasyonla inanılacak dinler icat etmeye, ticaret yapmaya, imparatorluklar kurmaya, yeni coğrafyalar keşfetmeye ve yazarın ifadesiyle "cehaletini keşfetmeye" başlamıştır. Cehaletin keşfi, anılması gereken önemde bir farkındalıktır. İnsanın cahilin teki olduğunu anlaması, dünyayı bambaşka bir geleceğe doğru sürüklemeye başlamıştır. Öğrenme ve keşfetme merakı binlerce yıldır üstü tozlanmış bir halde bekleyen insan, üçüncü devrimi yapmıştır. Bu devrimin adı Bilimsel Devrimdir. 

Bilimsel devrim algısını yazar şu şekilde ifade etmektedir: "İnsanlık 16 Temmuz 1945 tarihinde atom bombasını New Mexico eyaletinin Alamogordo şehrinde patlattı. O andan itibaren insanlık hem tarihe yön verme hem de tarihe son verme kapasitesine sahip oldu. "

Yazarın keyfile yazdığı bölümlerin bu bölümler olduğu çok aşikar. Zira Harari tam bir "bilimsel yobaz." Bilimsel olduğu sürece her şeyi kabul eden, bilimsel temeli yoksa hiç bir değeri/algıyı/sonucu kabul etmeyen biri. Bilime iman etmek nasıl bir şey, bu noktadan sonra daha iyi anlıyorsunuz. Bu duruşunu kendisi şöyle açıklıyor: "Hz. Muhammed, varoluşu ve yok oluşu bilir iddiası dinin ortaya koyacağı bir iddiadır. Bu nedenle takipçileri ona "peygamberlerin mührü" der. Oysa Darwin için kimse "biyologların mührü" demez. Neden? Çünkü bilim hep ilerler. Bilmediğini kabul eder. Çözebileceği çok şey olduğunun farkındadır. Bilimin bulguları sezgilerimizin tam tersi olabilir."

Son 500 yıl için bilimsel devrim dönemi diyebiliriz. Bu 500 yılda insan, o kadar çok yol almıştır ki, bundan önceki binlerce yılda alınan yolun yüzlerce katına tekabül etmektedir. Yazar bilimsel devrim döneminde Avrupa'nın ve Ortadoğu'nun tavrının günümüzdeki pek çok gelişmenin sebebi olduğunu söyler. Ona göre Avrupa dinmek bilmez bir ihtirasla dünyanın her yerine saldırmış, emperyalist bir politika ile dünyayı fethet/keşfet ilkesi uyarınca ele geçirmiştir. Bir yandan da bilimsel keşifler yaparak dünyanın diğer yarısı ile arasındaki mesafeyi artırmıştır. Avrupa bunları yaparken Osmanlı , Safevi, Çin ve Babür gibi imparatorluklar ayakta uyumayı tercih etmişlerdir. Gerçek bir küresel vizyon elde etmeleri gerektiği kararına vardıklarında ise dünyayı 20. yüzyılın içinde bulmuşlardır. 

Yazar, bilimsel çalışmaların kazandığı başarıyı birazda emperyalizme borçlu olduklarını söyler. Bilim adamlarının keşif için bulduklarının iş adamları için kazanç kapısına dönüşme süreci burada detaylı bir şekilde anlatılmaktadır. Bu bağlamda yazar kapitalizmin en az emperyalizm kadar bilimi desteklediğini söyler. 

Kitabın 1500'lü yıllardan itibaren dünyada olup bitenleri anlattığı dönem herkesçe okunmalı diye düşünüyorum. Avrupa'nın sömürgeleştirme çalışmaları, İnka, Aztek gibi imparatorlukların yok edilişi, Tazmanya Soykırımı olarak tarihe geçen İngiliz marifetleri gibi alçaklıklar uzun uzun anlatılıyor. Avrupa'nın kanlı tarihini görmek ve bilimsel çalışmaların binlerce insanın cesedinin üzerinde yükseldiğinin farkına varmak maalesef müthiş can yakıcı bir deneyim olarak insanlık tarihine kayıt ediliyor. 

Yazar Avrupa'nın yediği herzeleri anlattıktan sonra esasen ikinci kitabı yazmaya başlıyor. Henüz birinci kitabın bitmesine 150 sayfa varken kendinizi Homo Deus'un içinde buluveriyorsunuz. Tabi bunu ikinci kitabı okurken fark ediyorsunuz. 😊 

Yazar, insanlığın çok uzun ancak başarıdan uzak tarihini anlattıktan sonra bilimsel bir çağa girdiğimizi ve kitlelerin yerine önce "insanın" geçişini ardından da insanın "tanrısallaşmasını" anlatıyor. 

"İnsanlık becerilerini genellikle ızdıraplarını dindirmek, sorunlarını aşmak ve beklentilerini gerçekleştirmek için kullandı. Ancak biz Ortaçağdaki atalarımızdan daha mutlu değiliz, onlar da taş devrindeki atalarından daha mutlu değiller."

Bu noktada yazar, kan yüzünden camları kirlenen gözlüklerini temizliyor ve yaşadığımız çağın aslında insanlığın en mutlu olduğu çağ olduğunu söylüyor. Günümüzde "kıtlık, salgın ve savaşlarla" boğuşmadığımızı ve bu kadim problemleri modern bilimsel çalışmalarla yok ettiğimizi söylüyor. 

Eskiden insanlar açlıktan ölüyordu şimdi ise her yıl dünyada milyonlarca insan obeziteden ölüyor. Öyle ki otuzlu yaşlarında bir Avrupalı'nın Mc Donald's menüleri tıkınırken ölme ihtimali, Ebola virüsü ya da El Kaide saldırısında ölme ihtimalinden daha yüksek. Eğer bugün Sudanlı bir insan açlıktan ölüyorsa bunun sebebi maalesef bazı siyasilerin böyle istemesinden başka bir şey değildir. Eğer dünyanın bir noktasında açlık çeken insanlar varsa aynı gün öğleden sonra oraya diğer insanlar müdahale edebiliyor. Dünya, gıda üretimi konusunda öyle bir noktaya gelmiştir ki günümüzde bir çok toplumda "aşırı beslenme" gibi sorunlar baş göstermiştir. "Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler" diyen Marie Antıinette'nin nasihati günümüzde pek çok kişi tarafından yerine getirilmektedir. 

"2014 verilerine göre 2,1 milyar insan obezite, 850 milyon insan da açlık sınırındadır."

Yazar günümüzde insanların daha az öldüğünü söylüyor. Çok uzaklarda değil 1918 yılında ortaya çıkan İspanyol gribi, tam 100 milyon insanın ölümüne neden olmuştur. Buna karşılık aynı tarihlerde cereyan eden 1. Dünya Savaşında 4 yıl içinde 40 milyon insan ölmüştür. Bilim, salgınlarla başa çıkmayı öğrenmiştir. Yüz yıl önce griple başa çıkamayan bilim, 2003'te SARS, 2005'te Kuş Gribi, 2009'da Domuz Gribi ve 2014'te Ebola ile başa çıkabilmiştir.  

Son olarak savaşlar konusunda da insanlığın ciddi yol manada aldığını ifade etmektedir. Eskiden ortalama bir köylü önümüzdeki haftaya kadar yaşayıp yaşamayacağını kestiremiyordu. Her an bir savaş çıkabilirdi. Ama şimdi insanlar aylar sonrası için tatil rezervasyonları yaptırabiliyor. Devletler birbirleriyle mütemadiyen savaşmıyorlar. Eskiden bir ülkenin komşusuna savaş açması elma soymak kadar kolay bir şeydi. Şimdilerde ülkeler savaş çıkmasın diye bin dereden su getiriyorlar. 2012 yılında dünyada ölen 56 milyon kişinin yalnızca 120 bini savaşlarda ölmüştür. 1,5 milyon kişi ise şeker hastalığından. Yani günümüzde şeker, baruttan daha tehlikelidir. 😊

Yazar; savaşlar, kıtlık ve salgınlar gibi insanlığın öyküsünü bir trajediye dönüştüren sorunları hallettiğimize göre artık yeni bir soru sormalıyız diyor: Milyonlarca yıldır Homo Sapiens olan insan artık Homo Deus olmalı değil midir? Yani hayvanların en zekisi iken insan olduğumuza göre şimdi neden Tanrı olmayı istemeyelim ki? 

Savaşlar, salgınlar, kıtlıklar devri bitti. Şimdi dünyanın sahibi biz olmalıyız. Dünyanın kurallarını şimdiye dek Tanrılar, kutsal ruhlar ve azizler-evliyalar koymuştu. Bu noktadan sonra insan Tanrı olduğunun farkına varmalıdır. Kuralları kendi koymalı ve öncelikle şu ölüm denen teknik sorunu ortadan kaldırmalıdır.

Evet, yazarın gelecek öngörüleri arasında önce şu ölüm meselesi var. Ölürsek gelecekte ne olduğunu göremeyiz diyor. 😊 Ölümün teknik bir problem olduğunu anlattığı bölümler harika. Ölümü sembolize eden tırpanlı ve kara cüppeli melek figürü Ortaçağ masallarında kaldı. Şimdiye dek dinler bizi kandırdı. Ölümü kutsadılar. Madem ölüm diye bir mutlak son var. O halde bunun insanlar için normalleşmesi, hatta kutsanması gerekir dediler. Ölümün ne kadar da anlamlı bir şey olduğunu anlattılar. Ölümden sonra cennetle ümitlendirdiler, cehennemle korkuttular. Oysa ölümün olmadığı bir dünyada Hristiyanlığı ve İslamiyeti bir düşünün. Yazar tuhaf bir şekilde kitapta Yahudilikten pek referans kullanmıyor. Kendisi Yahudi kökenli ateist olsa da bu konuda nedense pek bir kelam edemiyor. Yahudi cemaatinin hışmından korkuyor besbelli. Zira kitapta çoğunlukla Hrsitiyanlık, İslamiyet ve Hinduizmden bahsediyor. Yahudiliğin de ilahi bir din olduğunu, hatta dünyanın en eski dini olduğunu bildiğini düşünüyorum. 😉

"Çalışmalarımla değil, ölmeyerek ölümsüz olmak istiyorum."
Woody Allen

Herkes uzun yaşamak ister ama bunu Yahudiler kadar iyi başarabilen yoktur. Kutsal kitapları Tevrat çok kazanmayı ve çok yaşamayı salık veren ayetler içerir.  Yazar da hiç ölmeyelim istiyor. Madem dünyanın kadim sorunlarını aştık şu ölüm konusunu da çözebilirsek değmeyin keyfimize diyor. Çünkü ona göre ölümsüzlük mümkün. Ya da "neden ölümsüz olmayalım ki?" diye soruyor. Çünkü ölümsüzlük bir gün bulunsa da buna kendisinin yetişip yetişemeyeceğinden de pek emin değil. İnsanlar teknik aksaklıklar yüzünden ölürler. Söz gelimi kanser hücreleri ciğerleri sarar, damarlar yağ ile tıkanır ve ölürler. Bunlar teknik sorunlardır. O halde teknik sorunlar bir mühendislik bakımı ile giderilmelidir. Bir kaç akıllı bilim insanı pekala ölüme çare bulabilir. Eğer bilim, ölüme çare olmazsa İsa'nın gelmesini daha çok beklersiniz. 😉

Yazar, ölümsüzlük konusunda bilimsel çalışmalara çok güveniyor. Bu konuda o kadar iyimser ki bir noktada "bulun be abicim şu zıkkımın çaresini" dediğini duyar gibi oluyorsunuz. Kitabın ölümün teknik bir sorun, evet yalnızca teknik bir sorun olarak sunulduğu bölümleri çok eğlenceli. Harari, bilim adamı ciddiyetini portmantoya asmış, ölümlü bir fani olarak bilimsel çalışmalara gaz veriyor. Google'ın Calico çalışmasını, Gılgamış Projesini bu noktada öğreniyorsunuz. Meğer reflüye bile çare bulamayan bilim, epeydir ölüme çare arıyormuş da bizim haberimiz yokmuş. 😉😉 

Gelecekte ölümsüzlük mümkün mü? diye sorulduktan sonra, kitap yepyeni bir alana giriyor. Bilimsel devrimle başlayan hümanizm salgınının artık yeni bir sürece gireceği öngörülüyor. Binlerce yıldır insanlık tarihi komutanların, imparatorların, padişahların, azizlerin, diktatörlerin ve peygamberlerin tarihi olmuştur. Kitleler hep bir gölge gibi fonda durmuşlardır. Onlarca yıl süren savaşları tabi ki İskender tek başına yapmamıştır ama kimse asıl savaşan askerleri tanımaz. Kudüs'ü alan Selahaddin'i herkes bilir ama Sion tepesinden Mescid-i Aksa'ya hüzünlü gözlerle bakan askeri kimse tanımaz. Yazar, hümanizm ile birlikte kitlelerin yerini "bireyin" aldığını ve insan tekinin kitlelerden daha kıymetli olduğunu fark ettiğimizi belirtir. Modern dönem insanı için "müşteri velinimetimizdir", "seçmen en iyisini bilir", "içindeki sese kulak ver", "kendini nasıl iyi hissedeceksen öyle yap" gibi ifadelerin geçerli olduğunu ve artık dini jargon yerine hümanizm dininin kalıplarının geçerli olduğunu söyler. 

Hümanizmin hemen yanında ise kapitalizm tüm ihtişamı ile durmakta ve modern dünyayı modern yapan ne varsa hepsini kurgulamaktadır. Yazar bu noktada çok keyifli bir okuma imkanı sunarak modern ideolojilerin, kapitalizmin ve hümanizmin aslında muazzam bir "new age din" olduklarını anlatır. Hümanizmin merkeze koyduğu insanın, özgür iradenin ve bireyselliğin öneminin demokrasinin ve seçimlerin çok önemli gibi algılandığını söyler. 21. yüzyılda olacak üç şeyin ise hümanizm dininin sonunu getireceğini iddia eder

1. Ekonomik ve askeri sistemlere artık kimse değer vermeyecek
2. Sistem kitlelere değer verecek, birey önemsizleşecek
3. Sistem, bazı elit insanları önemseyecek. Bu elitler, bilimsel çalışmalarla sürümleri yükseltilmiş süper insanlar olacak.

Çünkü yeni yüzyılda liberalizm ve hümanizm dini tarafından olgunlaştırılan modern insana kimsenin ihtiyacı kalmayacak. İnsanın yerini algoritma becerisi yüksek makineler alacak. Yeni nesil makineler iradeye, bilince ve zekaya ihtiyaç duymayacak. Söz gelimi deneme sürüşleri başarıyla gerçekleşen ve Google tarafından yapılan insansız araç, gelecekte herkes tarafından tercih edildiğinde ne olacak? Günümüzde ekmeğini şoförlükten kazanan milyonlarca insana ihtiyaç kalmayacak. Çünkü sokaklar kaza yapma riski olmayan araçlarla doluyken, sen teypteki kaseti değiştirmek için aşağı eğilmiş bir taksi şoförünün önündeki insansız araca çarpmasını artık istemeyeceksin. 

Zeka bilinçten ayrılacak ve gelecekte insan gücüne olan ihtiyaç çok azalacak. Korku, açlık, tedirginlik gibi duyguları olmayan makineler hayatımızı kuşatacak. Yazara göre bilinci olmayan ama zeki olan bilgisayarlar her işi yapacak. Yazar, duygu gerektiren sanatsal çalışmaların bile bilgisayarlar eliyle yapılabileceği bir noktaya gideceğimizi söylüyor.  

Yazarın gelecek öngörüleri arasında kaygı veren, hatta tehdit edilmişsiniz hissi veren iki konu var. Biri 24 saat internete bağlı metabolizmalar, diğeri ise yeni dinimiz dataizm.

Yazar, ölümsüz insanlar olabilmemiz için pek çok çalışma yapıldığını söylüyor. Henüz ölümsüz olabilen bir canlı türü yok ama yaşamı 6 kat uzatılan "caenor habditis elegans" isimli bir kurtçuk var. 2050 yılında ise bilim adamları insanların "yaşlanmaz" olacağını iddia ediyorlarmış. Nanoteknolojik çipler vücuda yerleştirilecek ve damar tıkanıklıklarını açacak, kanser hücrelerini yok edecek ve kanımızdaki değerleri sürekli ölçecekmiş. Kan şekeri seviyemiz, tansiyonumuz, hemoglobin seviyemiz vb. değerler anlık olarak Sağlık Bakanlığının veri merkezine aktarılacak ve olası bir sağlık sorunu önceden tespit edilerek tedavisi yapılacakmış. Tabi bu verilerin aktarılabilmesi için vücudunuzun sürekli internete bağlı olması gerekiyor. Vay virüs girdi, vay internet koptu gibi, vay köyde çekmiyo gibi sorunlar için ne düşünülür acaba? Ya da Yozgatlı bir hekır grubu senin bünyeyi heklerse ne olacak? Hooop doğru servise...

Sürekli online insan tipi biraz tuhaf göründüyse şunu okumalısınız: Pixi Scientific isimli bir firma bebeğinizin kakasında belli ölçümler yaparak bebeğinizin sağlık durumu hakkında bilgi veren akıllı bir bez yapmış bile. 😊 Yani henüz emeklemeye başlayan 6 aylık oğlunuz  Berke Osman dötünde bir laboratuvarla dolaşacak ve kakasındaki veriler, bezindeki wifi modem yoluyla sağlık bakanlığına aktarılacak. Bir yaşıma daha girdim deyimi böyle anlarda kullanılsın diye icat edildi.😉 

Yazar, 21. yüzyılın dinlerinin Arabistan'da bir mağaradan doğmayacağını, araştırma laboratuvarlarından doğacağını iddia ediyor. Nasıl Sosyalizm buhar makineleri ve elektrikten güç alıp yeşerdiyse, yeni tekno-dinlerde  motivasyonlarını bilimden alacaklardır. 
Yeni dinin Kabesi Silikon Vadisi, 
peygamberi yazılım mühendisleri, 
ibadeti dijital ortama veri girmek olacak. 
İsmi ise Dataizim. Yani "veri dini" olacaktır. 
Tanrılarından biri ise bu arkadaştır.
Dataizm dini, insanları ve domatesleri sadece farklı işletim sistemlerine sahip işlemciler olarak görür. Dataizm'e göre dünya yalnızca dijital verilerden oluşmaktadır. İnsan, dataizm dininde yalnızca bir çipten ibarettir. İyi bir işlemcisi varsa sağlıklı ve zengindir. Daha yavaş çalışan bir işlemcisi varsa yoksul ve daha az sağlıklıdır. Dataizm dininde insan, buzdolabı, dolaptaki yumurtalar ve tavuk bir sisteme bağlı olmalıdır. Buzdolabında yumurta bitme noktasına gelmeden tavuğa bilgi gitmeli ve yumurtlaması söylenmelidir. Ağaçlar sistemdeki veri akışına dahil edilmeli ve havadaki karbondioksit ve oksijen oranlarını sisteme aktarmalıdır. Dataizm dini, geleneksel dinlere kıyasla daha iyidir. Geleneksel dinler Tanrı'nın bizi önemsediğini ve hepimizin istekleri ile tek tek ilgilendiğini söyler. Dataizm dini de bundan farklı bir şey yapmaz. Bu dinde de paylaştığınız her veri, her bilgi, kurduğunuz her cümle, satın aldığınız her şey, gittiğiniz yer her dataizm tanrıları tarafından kaydedilir. Maillleriniz, paylaşımlarınız dininizin diğer mensupları tarafından her an karşılık bulur. Dataizm dininin tanrıları sizi hiç unutmaz. Bir iki saat bile uzak kalsanız hemen sizi hatırlar ve "bir sorun mu var?" "neden bir süredir buralarda görünmedin" diye uyarır. Dataizm dininde paylaşılmayan hiç bir şeyin anlamı yoktur. Dataizm dininin dindarları kimsenin okumayacağı bir şeyi paylaşmazlar. 

Esasen bu data aktarımı şu günlerde bile yapılan bir iştir. Google, twitter, facebook, instagram gibi ağlar gelecekte kurulacak dataizm dininin ilk nüveleridir. 2017 yılı şartlarında bile düşüncelerimiz ve duygularımız hakkında bedava bilgiye ulaşmış durumdalar. Yaptıkları basit algoritmalar bile ne tükettiğimizi, ne görmekten hoşlandığımızı, reklam tercihlerimizi, ne dinlediğimizi hatta yaşam felsefemizi çözümleyebilecek kabiliyettedir. Facebook'ta yaptıkları basit bir takip ile arkadaş listenizdeki hangi kişinin eşiniz olmaya en uygun aday olduğunu bile söyleyebilmektedirler. Bu nedenle bize ne satacaklarını, bir konu hakkında düşüncelerimizi nasıl manipüle edeceklerini çok iyi biliyorlar. 

Yazarın daha pek çok konuda öngörüsü var. Başta da söylediğim gibi kitap entelektüel bir sörf için çok uygun. Hararetli önerimdir. 







1 Şubat 2017 Çarşamba

Survivor'a Gidiyorum, Kazanmak İçin "Savaşacağım"

Dominik dünyanın neresine düşer hiç bilmezdim. Uçakla 13 saat çektiğini duymuşluğum var. Bizim buralar kar, tipi, boran iken oraların sıcacık olduğunu da biliyorum. Bunlar dışında bildiğim başka bir şey yok. Nesi meşhur diye sorarsanız hindistan cevizi derim, kokonat derim. Kına gecelerinde ne yaparlar, gelini evden kim çıkarır, bebeğe diş hediği kaynatırlar mı hiç bilmem. Buna rağmen, tatilde Alanya yerine Dominik'e gitme fikri hiç uzak gelmiyor. Hatta gittiğimde hiç yabancılık çekmeyecekmişim gibi gerçekçi olmayan bir hisse sahip olduğumu da söylemeliyim.. Bunun yegane sebebi evlerimizin efendi çocuğu, Acundur.  

Her sene olduğu gibi bu sene de ocak sonu şubat başı geldi mi memleket olarak yönümüzü Dominik'e çeviriyoruz. Mübarek Survivor ayları başladı. Dominik'ten canlı yayın haziran başına kadar devam edecek. Hemen her akşam deniziyle, güneşiyle, kokonatıyla ve Adonis'i andıran yarışmacılarıyla Dominik'i izleyeceğiz. Acun'un Dominik'in turizm gelirine yaptığı katkıdan dolayı fahri Dominik vatandaşlığı alması an meselesidir gibime geliyor. Ya da ülkemiz ile Dominik arasında Kore gibi bir kardeşlik anlaşması imzalanabilir. "Kore'yle savaşta beraberdik Dominikte öyle bir durum yok" demeyin. Bizim ünlülerle gönüllüler orada ne yapıyor sanıyorsunuz? Tabi ki "savaşıyor." Lütfen yaptıkları işi yabana atmayınız. Durun anlatayım: 

Time Dergisi 2007 yılında Survivor'u gelmiş geçmiş en iyi 100 televizyon programı arasında göstermiş. Dünyanın her ülkesinde format aynı. Yanına mayosunu alan 20-25 kişi ıssız bir adaya gidiyor, iki takıma ayrılıyor ve "savaşıyor." 😀"Savaşların" tamamı muazzam bir prodüksiyon ile bize aktarılıyor. Kazanan şövalyeler farklı ödüllerle taltif ediliyor. Her hafta biri eleniyor ve en sona kalan "kahramanın" başında konfetiler patlatılıyor. Ödül olarak konfeti patlatmak dışında ne veriyorlar görmüşlüğüm yok. Sonra da kazanan kahramanımızı  dizilerde, kamu spotlarında, ya da dedikodu programlarında görüyoruz. Tüm format bu.  

Survivor'da "savaşmak" ifadesi yarışmacılara ait. Yaptıkları şeyi kodlama biçimleri maalesef böyle. "Savaşmak." Duygularını anlattıkları bölümlerde takım arkadaşının oyun performansını eleştiren bir yarışmacı şöyle diyor: "O buraya tatil yapmaya gelmiş. Savaşmaya gelmemiş." Birbirlerini motive ederken ya da yaşananları değerlendirirken sıklıkla bu ifadeyi kullanıyorlar. Savaşmaya hazırız, bu bizim savaşımız, bu benim savaşım değil abi! vb.  Bir de son dönemde ifade edilmeye başlanan "bu millet arkamda olduğu sürece beni kimse eleyemez" lafı var. Hamasetin dibi. Sanırsın Suriye'den bir Mehmetçik vatanına sesleniyor. Üzücü.

Daha yarışmanın tanıtım aşamasında başlıyor muhabbet. Profilden kameraya bakan yarışmacı, kollarını bağlayıp şöyle diyor: "Kazanmak için hazırım, başarmak için her şeyi yaparım, mücadele benim göbek adım, amacıma ulaşmak için her yolu denerim, alayı gelsin ben buradayım, deli etmeyin ulan adamı!!! v.s"😊😊


Şükürler olsun ki Survivor'da yarışanlardan hiç biri savaş gören nesilden değil. Görmüş olsalardı yaptıkları şeyin "en azından savaş" olmadığını anlarlardı. Onların savaşmak dedikleri şey; 15-20 metre uzunluğundaki bir parkuru hızlıca geçmek ve metalden yapılma halkaları 2,5 metre uzaklıktaki
bir çubuğa geçirmek. Ya da kaydıraktan hızlıca kaymak, denge tahtasından geçmek ve bu kez 2 plastik topu kovaya atmak.  Bunu en kısa sürede başaran "şövalye" takım arkadaşları tarafından 30- 45 saniye boyunca cepheden zaferle dönmüş bir kumandan gibi karşılanıyor ve sevinç gösterileri yapılıyor. Bu 30 saniyelik süre boyunca yaşanan sevinç o kadar abartılı oluyor ki izleyici bile az önce kazanılan şeyin bir zafer olduğuna inanma noktasına geliyor. 😉 Ardından bir başka seramoni başlıyor. Az evvel ringden inen savaşçı,  acemi şövalyelere parkurun ne şekilde geçileceği ile ilgili tüyolar veriyor. Şuradan geçerken odunun ortasına bas, dengeni koru ki ilerde zaman kazanasın, burada dik açıyla dur, ha bi de halkayı atarken evrene pozitif enerji gönder...hadi bi üçlü çekelim heyyyyyyyy sör-vay-vır... yeah...Bir süre sonra savaşı kazanan belli oluyor. Ödül gönüllülerin. Ödül ne: Migrostan 2,5 kg. baldo pirinç...buyrun bir üçlü daha çekelim...heyyyyyyyy sör-vay-vır... yeah...

Bu nedenle Acun'un arada bir yarışmacıları toplayıp: "Arkadaşlar burası etrafı düşmanlarla çevrili bir kale değil. Roma İmparatorluğu yıkılalı çok uzun yıllar oldu. Kolezyum ve şövalyeler artık yalnızca birer turistik figür haline dönüştüler. Yeniçeri ocağı kapatılalı çok oldu. Kafirleri artık öldürmüyoruz, Kılıçların yerini kalemler aldı. Bütün haçlı seferleri iptal edildi. Canınızı yirim bu kadar havaya girmeyin.  Burada sadece bir şov yapıyoruz. Reality şov. Ciddiye alınacak bir yanı yok. Bakın araya mısır cipsi, cola ve internetten kırtasiye ürünleri satan bir firmanın reklamını falan alıyoruz. Dominik'in başında oynatacak oyuncu bulamadığımızdan ışıkçıyı, montajcıyı falan oynatıyoruz. Burası deniz kenarında bir ada. Oyunlar dışında kalan zamanlarda güneşlenmek için bolca zamanınız var, hepinize benden çay." demesi lazım. 

1600 yılından bir yeniçeri dedemiz kalksa gelse ve protein tozu içerek vücut yapmış torunlarını ıssız bir adada çubuğa halka takmaya çalışırken görse ne düşündürdü acaba? Bir de yaptıkları bu işi "savaşmak" olarak nitelediklerini duysa? Herhalde önce gülerdi. Sonra da sizin yapacağınız işin....deyip basar giderdi.

Bu ülkede çok sevilen dizi karakterlerinin ölümünden sonra "gıyabi cenaze namazları" kılınmıştır. Unutmayın. Dizilerde karısına kötü davranan oyuncuların önü sokakta kesilmiş ve "o kadın bunları hak etmiyor, bak yanlış yapıyorsun aga!!!" diye oyuncuya ayar verilmiştir. Öyle ki bazı dizi karakterlerinin dublajsız sesini duyan hayranlar, yaşadıkları hayal kırıklığını küfrederek ifade etmişlerdir. Polat Alemdar'ın gerçek hayatta halim selim bir adam olduğuna, sakin bir yaşamı tercih ettiğine ve mafyayla hiç görüşmediğine alışmak ne kadar zamanımızı aldı hatırlayın. 😉 Bizim Polat Alemdar mı? Evet o. Asıl adı da Necatiymiş...oh şit... 

Şimdi içinde yaşadığımız atmosferi daha yakından görmek için 2016 yılında yapılmış bir anketten bahsedeceğim. Akademik kısımları geçiyorum. Soru şu: Vahşi doğada yaşamak size neyi ifade eder?

Soruyu cevaplayanların % 46'sı "mücadele" demiş. % 18'i "adada kalmak ve % 11'i "tropik" demiş. Resmen Survivor demişler. Mücadele, ıssız ada, tropik...Bu ifadeler Survivor jargonundan. Soru neydi? Vahşi doğada yaşamak ne ifade ediyor? Adamlar resmen Masai Mara'yı sormuşlar. Ormanlık ve tekinsiz bir arazi, aslanlar, kaplanlar, yılanlar, bataklıklar falan demeleri gerekmez miydi? Nerede bizim sürekli belgesel izleyen abiler? 😀

Google'a vahşi doğa yazdığınızda ilk sırada gelen görsel bu.
Survivor adasında bunlardan bir-iki tane olsa aslında.
Hani daha heyecanlı olması açısından 😋

İkinci soru şöyle: Ne ile beslenirdiniz? Soruyu cevaplayanların % 42'si balık avlayarak demiş. % 23'ü muz yiyerek. % 14'ü ise hindistan cevizi yiyerek demiş. Biraz gülüp gelicem.😆😆😆😆😆 

Balık, muz ve hindistan cevizi yerim. Arada bir de ödül oyunu kazansak oh miss. Daha ne isterim? 

Makalenin tamamına şuradan ulaşabilirsiniz. Buradan...

Vahşi doğada kaldığında balık, muz ve hindistan cevizi yerim diyen adamla, Polat Alemdar'ın gerçek hayatında mafya ile görüştüğüne inanan adam, aynı adam? Vahşi doğa lafından Dominik'i anlayan adamla, doğduğundan beri Yozgat'ın bir ilçesinde yaşayan adam, aynı adam. Bu kadar havaya girmesek iyi olur. 

Yarışmanın formatı, ödüller, dedikodular vb. hepsi büyük bir simülasyonun parçası. Esasen iyi çalışılmış bir sosyal deney ortamı. Plastik ile gerçek olanın bu kadar güzel gözlenebileceği bir yer daha bulmak eminim çok zor olur. Acun, gözlem yapmaları için bir psikolog-psikiyatrist grubu da götürse memleketimizin akademik dünyasına on numara destek olabilir aslında.

Son tahlilde manzara şudur: Survivor, iyi kurgulanmış bir yarışmadır. Taa Dominik'ten algılarımızla oynamakta ve bizi biçimlendirmektedir. İzlerken ona göre izlemek lazımdır.  

Dominik'e gitmek bir 1 sevap, Survivor yarışmacısı olarak gitmek 10 sevap şeklinde bir dedikodu çıkmış. İtibar etmeseniz iyi olur. 😉