10 Şubat 2021 Çarşamba

EMPEDOKLES'İN DOSTLARI NEREYE VARMAK İSTEMEKTEDİR?

Ali Emre'ye

Tagore'un "Doğan her çocuk Tanrı'nın insandan ümidini kesmediğini gösterir." mealinde bir sözü nakledilir. Tagore bu sözü etmekle ihtimal ki kendine insanın en önemli ihtiyacı ve verili bir görevi olan "ümitli olmayı" hatırlatıyordu. Değilse Tanrı adına konuştuğunu varsaymamız gerekecek. Zira Tanrı'nın bir insan teki daha yaratmakla muradının ne olacağını teorik olarak bilebilmemiz mümkün değildir. Tagore ise bir insan olarak doğru olanı yaptığını düşünüyor olmalı? Hatta yapılması gereken ne ise onu yapmış bile denebilir. Çünkü kendimizle ve gezegenimizle ilgili pozitif bir gelecek ummaktan daha güzel bir "zihinsel/duygusal haz" olduğunu sanmıyorum. Belki de Tanrı'nın kullarından hala ümitli olduğunu düşünmek bile kendi başına Tagore'nin göğsünü genişletmeye yetmiştir? Kim bilir?

Göğüs genişliği...İnsanın dünyadan hep istediği şey bu değil mi zaten? Hayatın hep yolunda gittiğini bilmek, dükkanın işlediğini, faturaların ödendiğini, kargonun söylendiği gün geldiğini, trafiğin mütemadiyen akış halinde ve tüm aile fertlerinin sağlığının yerinde olduğunu bilmek; hastaneye giden yolları hiç tüketmemiş olmak, canın çektikçe dağa, denize kaçmak, radyoaktif bir sızıntı ihtimalini, nükleer bir savaşı yahut evler yıkan şiddetli bir depremi aklından dahi geçirmemek...Hatta attığın tivitlerin binlerce kez beğenildiğini görmek... Şüphe yok ki bizim gibi ölümlülerin göğsünü genişletecek şeyler bunlardır. Ne ki modern, hatta artık modern ötesi şeklinde tesmiye olunan insanın kısa denilemeyecek bir süredir göğsü sıkışıktır. Özellikle son bir yıldır felaketler ve facialar onun hayatının rutinleri arasında dolanıp durmaktadır. Bir süredir sele, yangına, depreme, salgına, cinayetlere, patlamalara ve türlü çeşitli facialara karşı hiç istemediği bir bağışıklık kazanmıştır. Mezkur insan tipini hangi insanlık felaketinin şaşırtacağını kestirmek maalesef artık çok güçtür. Çağın insanı şu mottoyu sorgusuz sualsiz kabul etmiştir: "Tüm felaketler ihtimal dahilindedir ve ihtimal dahilinde olmalıdır." Şaşıracak ne kaldı ki?

Yukarıdaki satırlar her ne kadar "gerçekliğin sınırlarında" dolanıyorsa da daha tuhaf olanı bunca faciaya antrenmanlı olan aynı insan tipinin "şunun şurasında ölümsüzlüğe ne kaldı, azıcık daha dişimizi sıkalım ne var, bilim adamları çalışıyor?" fikrine de akşam sabah alışmasının an meselesi olmasıdır. 

Amin Maaoluf'un son romanı Empedokles'in Dostları, başına gelen hiç bir şeye şaşırmayan hatta makul ve kabul edilebilir bulan; şehri tüketmiş, modern olan ne varsa bünyesinde eritmiş ve sonunda atomize olmuş insanı anlatıyor. Romanın pekala yalın, akışkan ve dikkat çekici düzeyde incelikle işlenmiş bir dili var. Pek çok romanda, okumasan da olur dediğim bölümler vardır. Kitabın o bölümünde dinlenirsin. Zihnin başka meselelerle ilgilenebilir. Kitabın içinden çıkmışsındır ama kitaba dair bir şey kaçırmazsın. İşte bu dinlence anları Empedokles'in Dostlarında yok. Okurken dalıp gideceğim anları çok yokladım ama ne mümkün. Asla olmadı. Bu yüzden romanın ilk halinin daha uzun olduğunu, neden sonra Maaoluf'un daha kompakt bir hale dönüştürmek için özellikle çalıştığını düşündüm. Bu haliyle fazladan kullanılmış bir sözcük yok dense yeridir. Belki de yanılıyorumdur?   

Yanılmadığım bir şey var. Emin olduğumu bile iddia edebilirim. Amin Maaoluf bana kalırsa sıkı bir Netflix takipçisi. Romanın künyesinde Paris baskısının 2020 yılında yapıldığı yazıyor. Sanıyorum yazar korona virüs nedeniyle evlere kapandığımız günlerde aşırı dozda diziye maruz kaldı? Zira en başından romanın konusu bir Netflix dizisine ilham olacak noktada duruyor. Yazarın kurguladığı distopik evrendeki dilbilgisi kurallarına iddiasız bir Netflix dizisinde bile rastlamak çok olası. 

Nörobilimciler kimi öğrenmelerimizin beynimizde yepyeni nöral yolaklar oluşturduğunu, kiminin de mevcut yolaklara eklemlendiğini söyler. Eğer evvelce bildiğimiz bir mevzuda yeni bir şey daha öğreniyorsak mevcut nöronlar devreye girer ve önceden üzerinden yürünmüş yollar genişletilir. Empedokles'in Dostlarındaki karakterler ve mekanlar asgari düzeyde sinematografik nörona sahip birinin zihninde saniyeler içinde kendine bir karşılık bulacaktır. En azından ben de öyle oldu. :) Handiyse karakterleri ve mekanları beynimde hazır buldum. :)   

Yazar belki de bu bilindik nedenle mekan ve karakter tasvirine pek bulaşmamış. İyi de yapmış. Söylediğim gibi romanı okurken karakterler ve davranışları beni farkında bile olmadan, önce V for Vendetta'ya sonra La Casa de Papel'e ardından Black Mirror ve türdeşlerine götürdü. Dövüşlü film kategorisinde değerlendirdiğimiz ve Amerikan başkanının kaçırıldığı, esir alındığı, politik günahlar işlediği sahnelerle dolu bilincimiz Empedokles'in Dostlarını belki de hiçbir yeni nöron bağlantısı kurma zahmetine katlanmadan yerli yerine koyacak?


Kitabın omurgasında bilincimiz zorlanmayacak fakat aynı çağda yaşadığımız bir yazarın kaleminden içinden geçtiğimiz günlerin anlatılışına tahammül etmek o kadar da kolay olmayabilir. Zira yazar hayranlık verici bir ironi yaparak taşıyıcı karakterlerini nüfusu yazıyla ve rakamla "iki" olan bir adaya konduruveriyor. Sağdan say iki, soldan say iki. Ve tüm dünyayı kuşatan bir olguyu ada sakinlerinden birinin gözünden anlatıyor. Sonra bu yalnızlığın başkenti denilecek küçük adaya tüm kutsallığı, aşkınlığı, çirkinliği ve "göğüslerde yarattığı boşluğu" ile hayatı gönderiyor. Ne oluyorsa da ondan sonra oluyor zaten. Romanın burasında yazar, evrensel eleştiriler yapmaya başlıyor. Gayet latif, berrak, anlaşılabilir ve ölçülü eleştiriler. Kendi ellerimizle inşa ettiğimiz uygarlığımızın melali üzerine düşünmeye ve en azından kapısının önünü süpürmeye okuru ikna etmeye gayret ediyor.  

Uygarlığımız üzerine düşünmeyi ise hakkında pek az şey bilinen filozof Empedokles'e bir kaç gönderme yaparak gerçekleştiriyor. Modern insanın yaşam karşısındaki duruşunu kendini bir volkanik kratere atarak ölen Empedokles ile ilişkilendirmeye gayret ediyor. Buradaki gayret ise "ne varsa eskilerde var" klişesinin çok ötesinde bir iyimserlik barındırıyor. Mezkur iyimserlik tablosu motivasyonunu intihar eden Empedokles'den alıyor ama yazar intihar olgusundan çok cesurca denebilecek bir erdemden bahsediyor. Ateşi duyumsayan ancak bundan korkmayan, elini ateşe uzatma cesaretini gösteren, daha güzel bir gelecek için ateşte yürüme korkusuzluğunu gösterecek insandan bahsediyor. Satır aralarında enikonu kutsanan Antik Yunan ise ideal bir saadet asrı olarak vurgulanıyor. Kitabın dünya ölçeğinde tartışılacağı nokta belki de döne döne Antik Yunan'a yapılan biat olabilir.  

Yazar yeni dünya kurgusunun hızını geçmişten alacağını varsayıyor ama verili durumu baş aşağı çevirmeden bir taze dünya oluşamayacağını da sık sık dile getiriyor. Bu baş aşağı çevirme durumu radikal bir bağlamda kullanılıyor. Yazarın ifadesiyle: "toptan temizlik." Tanıdık geldi mi? Evet dünyanın mevcut haline şifa olacağı vehmedilen ve bir süredir maruz kaldığımız "great reset" büyük sıfırlamadan bahsediyorum. Komplo teorisyenleri nüfus katliamından yahut ense kökümüze takılacak çiplerle dijital takipten bahsededursun küresel bir çıkışın yolunu toptan temizlik yapmakta bulanlar da var. Romandaki haliyle pekala iyi niyet içeren toptan temizlik algısı gerçek hayatlarımızda bakalım neye karşılık gelecek? Belki kitabın başında belirtildiği gibi bu berbat havanın açılması için bir fırtına gereklidir?

 
Roman boyunca canımı acıtan iki belirgin durumdan bahsetmem lazım. Birincisi modern dünyanın dayattığı "birey" algısı. İkincisi ise modern devletin hayatlarımızın her yerini kuşatması oldu. Neredeyse ıssız denebilecek bir adadasın ve zihinsel bir konfor alanı yaratmanın yolunu insanlardan uzaklaşmakta buldun. Dünyanın derdi nasıl olur da senin omuzlarındaymış gibi hissedersin? Bunca haberleşmek ne işe yarar? Bunca bilmek neye fayda sağlar? Kısa bir süre önce bir arkadaşım Amerikan parlamento binasının basıldığı gece uyumakta zorlandığını söylemişti. Neden? 12.000 km ötedeki bir abukluk sana ne yapabilir? Oradaki çirkinliği bilmek senin sadedil hayatını neden sabote edebiliyor? Okuduklarımız, dinlediklerimiz, çok uzaktan da olsa gördüklerimiz bizi hiçbir dahlimiz olmayan birtakım olayların tarafı yapabiliyor. Burada modern birey en basit haliyle ezilmektedir. 

İkinci detay ise devletlerin yaşamlarımızın kılcal damarlarında elini kolunu sallaya sallaya gezinmesi oldu. Bireyi yok eden, iradesini elinden alan, hemen her türlü kararı birey adına alan bir devlet. Hayatlarımızda devletin her köşe başını tuttuğu bir dönem daha olmamıştı. Romanda modern devletlerin kamusal pratikler  karşısındaki tavrı da konuşulmaya değer.     

Son tahlilde roman ontolojik sorgulamaların makul derinliğine kadar iniyor ve her zaman olduğu gibi insanın gezdiği tüm yollar kendi basitliğine/biricikliğine çıkıyor. Zira göğsünün genişlemesini arzulayan insan er ya da geç aradığı şeyin burada olmadığını anlıyor. Döne döne hep kendi sınırları ile karşılaşan insana kadim kaynaklar göğe bakmayı öneriyor. Göğe bakmak konuşmak gibidir, herkese iyi gelir. Belki göğsümüzdeki boşluğu yine doldurmayacak ama genişleteceğinden eminim.