22 Mayıs 2021 Cumartesi

Yozgat'ta Hayat Var, Mustafa Çiftçi Bizzat Görmüş

Devlet grisi rengi ile bilinen Ankara'da bir vakit sokak ortasında portakal, havuç, nar suyu satan otobüsler bulunurdu. O gri devlet satardı bu allı yeşilli meyve sularını. Belediye artık yolcu taşıyamaz duruma gelmiş, kaddi bükülmüş otobüsleri cilalayıp dükkan kılığına sokmuş ve içinde yaz kış taze meyve suyu satılır hale getirmişti. Neden sonra birden cadde ortasında soğukluk satan bu şenlikli otobüsler yok oldu. Devlet büyüklerimiz ne düşündü bilinmez. Kim bilir, devlet kesesinden içtiğiniz portakal suyu kafidir, bundan kelli herkes başının çaresine baksın mı dediler yoksa koskoca başkent belediyesinin vatandaşına portakal suyu sıkmasını mı devlet ciddiyetine yakıştıramadılar bilmiyoruz. Seçimler oldu, başkanlar değişti. Bu bütçe dostu otobüslerin yokluğuna henüz alışacaktık ki yeniden ortaya çıkıverdiler. Belediyenin taze başkanı  yokluğuna enikonu üzüldüğümüz bu cadde üstü dinlenme tesislerini açıverdi bir gecede. İyi de etti. Ben de bu portakal suyu otobüslerinin gediklilerinden biriyimdir. Belediyenin tekrar portakal suyu satmaya başladığını gördüğümde çocuklar gibi sevinmiştim. Neden sevinmeyim? Karanfilden kitabımı, simitçiden simidimi almışım. Yanına katık olsun, portakal suyumu da kapmışım. Güvenpark'ta 15 dakka soluklanmayalım mı? Bilenler bilir, memur kenti bu şehirde fakir fukara ağzını ayırmak için Güvenpark ve muadillerine gider. Ben de bir sabit gelirli olarak bunu sık sık yaparım.  

O gün portakal suyunun geri dönüşüne o kadar sevinmiştim ki sonradan kendimi de yadırgamıştım. Ne vardı ki bu kadar sevinecek? Düşündükçe fark ettim ki senelerdir varlığına çok alıştığımız bu otobüsler bir portakal suyundan daha fazla şey ifade ediyordu benim için. Sık sık el değiştiren dükkanların yaşattığı bir tekinsizlik duygusu vardır. Önünden her geçişinde bir kasap olduğunu görürsün, bir manav. Sevilmez böyle dükkanlar. Güven vermez müşterisine. Yıllardır orada sabit kadem duran otobüslerin yokluğu da bende böyle bir his oluşturmuştu. Hiç olmadıysa, zihnimdeki kitap-simit-portakal suyu kompozisyonu hasar görmüştü. Şu yalan dünyadan alacağımız kâm devlet eliyle hiç edilmişti. Nihayetinde küçük bir dünyam vardı ve neresinden bakılırsa bakılsın önemsiz biriydim. Benim bu küçücük konfor alanım demek ki devletlileri rahatsız etmişti. Evet tuhaf gelebilir ama durum benim cephemden bu kadar arabesk görünüyordu. Rica ederim, senelerdir orada görmeye alıştığınız dükkanın kapandığına tanıklık etmek az şey midir? Bir dostu her daim bıraktığın gibi bulmak önemsiz bir hal midir? Bilakis, hayatı katlanılır kılan tam da budur. Allah vermesin her gün otobüse bindiğin durağın yeri bile değişse insan bir hoş olmaz mı? Ademoğlu'nun zihnindeki düzen bozulmaya görsün, değme hastalıklar bundan çıkar alimallah! 

Mustafa Çiftçi'nin son kitabı Kalfa Uykusunu okurken aklıma bu tuhaf portakal suyu öyküsü geldi. Acaba portakal suyunun sahalara dönüşüne başka sevinenler de var mıydı? Kitap küçük ve şehirli hayatım üzerine düşünmeme vesile oldu. Artık portakal suyu otobüslerinin dönüşüne sevindiğim için kendimi suçlu hissetmiyorum. :)  

Bu yüzyılda yaşıyor olmayı kriz olarak mı yoksa bir fırsat gibi mi değerlendirmek lazım bilmiyorum ama beslendiğimiz netameli kaynaklar yüzünden kendimizi baskın yiyen Amerikan Kongre binası için sevinirken bulmak bana garip geliyor. Demokrasinin geleceği için endişelenmek yahut aslını astarını hiçbir zaman öğrenemeyeceğimiz politik mevzularda can dostlarımızla tartışmak lüzumsuz geliyor. Bunun yerine portakal suyu döndü diye sevinmek daha insani...Aktüel meseleler kendini tekrar etmeyi çok sever. Şimdi haberleri takip etmeyi bıraksan ve bir sene sonra ne oldu acaba diye baksan eminim hiçbir şeyin değişmediğini söyleyeceğiz. Zira zarların hileli olduğunu herkes biliyor. Bu nedenle portakal suyunun dönüşü çok önemli.   

Hemşerim Mustafa Çiftçi zarların hileli olduğunu uzun zamandır bilen yazarlardan. O da bir gazeteci ama aktüel anlatıların peşinden gitmek yerine kendi gündemi ile meşgul olmayı seviyor. İyi de yapıyor. 

Mustafa Çiftçi'yi Gönül Dağı dizisinden bilenler bilir. Kendisi diziye ilham veren bozkır hikayelerinin müellifidir. Hikaye dedin mi memlekette akla gelen isimlerden biridir. Kitaplarını bulmak, okumak lazımdır. Bozkırda 66 naçizane favorimdir. :)) Epeydir bekliyordum. Bir şeyler yazsa da okusak, ağzımız tatlansa diyordum. El an yetişti. İlaç gibi geldi. 

Kalfa Uykusu, Çiftçi'nin son kitabı. Kendisi kitap için edebi deneme dese de okudukça satır aralarından sızan ve kitabın sonuna doğru iyice kristalize olan bir hikayeyi görmek mümkün oluyor. Hikaye kitaplarındaki kurmacadan burada eser yok. Kurmacadan uzak tüm sadeliği ve gerçekliği ile yazarı kitapta görmek mümkün. Gazetelerin üçüncü sayfalarını dolduran insan hikayelerini okumayı öteden beri sevdiğini söyleyen Çiftçi bu kez kendi hikayesini anlatmış. Hemi de şıkır şıkır bir sadelik ve kaymaklı dondurma kıvamında...

Kitabı okuyacaklara hemen iki tavsiyede bulunmalıyım. Birincisi: Kitaptan edebi haz alabilmek için azami üç oturumda okumalısınız ve oturumların arası 45 dakikayı geçmemeli. Yani kitap günün bir yarısında bitmeli. Öyle sabah biraz akşam biraz, yolda biraz belde biraz okuyacaksanız hiç başlamayın daha iyi. Bütüncül bir okumanın bu kitabı tatlandırdığını düşünüyorum. Zira  kitap helva gibi ve açıkta bırakmaya gelmez. Maazallah sözcükler kuruyuverir. İkinci tavsiyem ise şöyle: Uykunuzu almış vaziyette ve berrak bir zihinle oturun kitabın başına. Zira kitap ayrıntıda gizli. Gözden kaçacak bir satır bile önemli. Büyük hikayeyi görmek her durumda mümkün ama satır aralarında zeka terleten espriler var ve bunları kimse kaçırsın istemem. :) 

Kalfa Uykusu; kültür dünyamız, hayatımız ve memleketimiz şeklinde tesmiye olunabilecek üç bölümden oluşuyor ancak bir bölümden diğerine geçtiğinizi anlamak handiyse imkansız. Sanki uzun yolda birbirine çok benzeyen bir ilçeden diğerine geçmiş gibi oluyorsunuz. Yazılar birbiri ardı sıra okundukça yazar kendisini okurun zihninde inşa ediyor. Hele taşrada yaşamışsanız yazarı epeydir tanıdığınız hissiyatına kapılmanız an meselesi.
 
Çiftçi, anlattığı insanlara, mekanlara ve duygulara hayranlık verecek ölçüde hakim bir yazar. Eğer Maslov yaşasaydı "elindeki tek araç çekiçse her şeyi çivi gibi görmeye başlarsın" sözünü bu gibi durumlar için söyledim derdi. Yazarın hassas kişiliğinden de mülhem olduğunu varsayarak söylüyorum ki Çiftçi'nin elindeki tek araç hayatının her döneminde gözlemleri ve kalemi olmuş. Bu gözlem becerisinin yanına rafine bir dili koyunca ortaya bozkırda ne hissedildiğini anlatan bir yazar çıkmış. Besbelli ki Mustafa Çiftçi anlattığı hikayeleri akışkan bir bilinçle yazıyor. Okurken çok net bir biçimde yazarın yaşadığı yerde mutlu hissettiğini ve yazdıklarını da benzer bir mutluluk hissiyatı ile yazdığını fark ediyorsunuz. Çoklarına karmaşık ve anlaşılmaz görünen, hatta korkutan bir ormanda elini kolunu sallayarak ve ıslık çalarak yürüyor Çiftçi. Anlattığı dünyayı çok iyi tanıyor ve burada mutlu. Adeta "dokunman bana, varın gidin az ötede oynayın, gelmeyecem İstanbul'a Ankara'ya" der gibi. Taşrada olmayı ve taşrayı anlatmayı seviyor. Buna rağmen mütemadiyen gidebildiği bir berberi olmayışı hakikaten can sıkıcı. :))

Peki Kalfa Uykusu ne anlatıyor? Kitabın içeriğinden bahsedelim biraz. Kitapta onlarca farklı başlıkta yazılmış deneme var. Yazılar sair zamanlarda yazılmış ve birbiri ile ilgisiz konular. Evvelce bir internet sitesinde yayımlanmış da bu kitapta bir araya getirilmiş yazılar olabilirler. Ne gam. Konular arasında yazarın brokoli ile imtihanı da var ölüm algısı da. Oskar almış bir filmde ellerin bulduğu ama yazarın bulamadıkları da var, bir romanı üçüncü kez okumuş birinin hissiyatıda. Sobalı evde uyuyup uyanmanın neye tekabül ettiği de var, ilk matbuat girişimlerinin yaşattığı sükutu hayal de...Bunu yaparken ise nevi şahsına münhasır bir dil ile yapıyor. Yazarın tarzını güzelleştiren bu olsa gerek. 

Şöyle uzaktan bakıldığında yazılanların hiçbir kıymeti harbiyesi yok. Yaşamı kolaylaştıran yahut bir gelir elde etmeye yarayan bir yanı yok. Uyduruk bir kamera ile çekilmiş orta kalibrede bir youtube videosu kadar işlevsel bile değil. Bir Yusuf Masalı'nda Yusuf ile Şivekar ilk kez karşılaştıklarında İsmet Özel "burada edebiyatın bize yardım edemeyeceğini" söyler. Biz yenilerin ise alt dudağını ısıracağını ve terleyeceğini...Mustafa Çiftçi'nin edebiyatı ise burada mutlak bir yardım saiki ile bulunuyor. Yaşama bilgece bakmak ve olanı olduğu gibi görmek. Tabii alt dudağımızı ısırtacak bir gözlem gücüyle...

"Ama sevmek çok koyu bir kelime. Arkadaşlarım "koyu kelime" ne demek bilmiyorlar. Onlara tek tek anlatıyorum. Bazı kelimeler koyudur. Kıvamı katı bir nesneye yakındır. O kelimeler çok anlam içerir. Su kattıkça çoğalan meyve suları gibidir.Örneğin, şiirler çoğunlukla koyu kelimelerdir. Kendisi küçük, manası büyük kelimelerdir.....Seviyorum demek de koyu kelimedir..."