29 Ocak 2018 Pazartesi

Yoksullara Neden Hep Tavuk Yediriyorlar?

"İnsanların elleriyle yaptıkları yüzünden kara ve denizde bozulma meydana geldi. Neticede Allah, yaptıklarının sonuçlarını kendilerine tattıracaktır. Umulur ki yol yakınken dönerler."

Rum-41

"Eline yetki geçtiği zaman da yeryüzünde fesat çıkarmaya, insanın ürününü ve neslini yok etmeye çalışır."

Bakara-205


Kitapçılarda bir kaç haftadır göz göze geldiğimiz bir kitap var. Hemen kapı önlerine konulanlardan, yeni çıkıp da çok satanlardan biri. Asker bavulu cesametinde bir şey. 500 sayfaya yakın bir hacmi var. Haftalar var ki süzüm süzüm süzülüyor. Ne kadar görmezden gelmeye çalışsam da kendini okutmakta kararlı bir duruşu var. Kitapçı esnafı da sağ olsun hemen kapının ağzına koyuverince ister istemez bir elektriklenme oluyor. Bir iki kez elime alıp göz atmaya yeltendimse de "bir 'gasteci' ne yazmış olabilir ki canım" deyip geri bıraktım. Zira 'gasteci' kitabı okumak hep zor gelmiştir. Çok şey bildiklerinden ve de herhangi bir konuda uzmanlık geliştiremediklerinden olsa gerek, kitapları da zihinleri gibi dağınık oluyor. Bu nedenle 'gasteci' kitabı okurken odaklanmakta sorun yaşıyorum. Söz gelimi bir Protestan Mezhebi olan Mennonit'lerle başlayan bir yazı, buğday tarımında yaşanan zorluklarla sonuçlanabiliyor. Yahut da yakın tarihte yaşanmış bir olayla ilgili yapılacak sandığım değerlendirme, Yeni Zellanda yerlilerinin ergenlik dönemlerinin neden bu kadar fırtınalı geçtiğinin anlatıldığı bir psikolojik tespite dönüşebiliyor. Bu kitapla ilgili de aynı endişelere sahiptim. Etrafında çok dolandım. Okumamak için çok direndim ama neden sonra kendimi elimde Saklı Seçilmişler'i tutarken kasanın önünde buluverdim. 

Okuması çok kolay ve akıcı bir kitap. Vakti olan biri iki günde okuyabilir. Peki, kitapta yukarıda dile getirdiğim dağınıklık var mı? Elbette var. Ne sanmıştınız ki? Soner Yalçın'da bir 'gasteci' ve çok şey biliyor. Çok anlatmış. Hatta öyle çok anlatmış ki 485 sayfaya rağmen anlatacaklarını bitirememiş. Son tahlilde güzel bir çalışma çıkmış ortaya. Bir farkındalık kitabı olmuş. Çağdaşlarını dürten ve 'etrafına dikkatle bak' diyen bir uyarı kitabı olmuş.     

Yazar, küresel şirketlerin gıda, hayvancılık ve ilaç sektöründe yediği herzeleri anlatırken Türkiye'nin bundan nasıl nasiplendiğini aktarıyor. Nasıl zehirlendiğimizi Testere filmi naifliğinde yumuşak yumuşak anlatıyor. Mısır şurubunun faziletlerinden, 'terbiyeli tavvuk'ların yediği antibiyotiklerden, GDO'lu pirinç pilavı yemenin hikmetlerinden, ABD'nin gadrine uğrayan pancarın mağduriyetinden, hibrit buğdaydan yapılan ekmeğin ılık ılık kansere davetiye çıkardığından ve daha pek çok gıdanın uğradığı zulümden bahsediyor. Sayfalar ilerledikçe ve gıda teröristlerinin yeryüzü insanına ettiklerini okudukça gözünüzün önüne sık sık Uğur Dündar geliyor. 'Uğur Abi, bu böcek bir muzun içinde Güney Afrika'dan geldi' diyen adamın ne güzel bir adam olduğunu anlamaya başlıyorsunuz. Anlamak bir yana dursun, özlediğinizi fark ediyorsunuz. Kendinizi, 'varsın hamam böcekleri un çuvallarının üzerinde cirit atsın ama şıkır şıkır ambalajlardaki kimyasallar ekmeğimizin içine girmesin' derken buluveriyorsunuz. Kitabı okurken arka planda halimizi anlatan damar bir arabesk şarkı olması gerektiğini bu noktada hatırlatmalıyım. ♫♬♫♬Yazıklar olsun, kaderin böylesine yazıklar olsun...Her şey karanlık, nerede insanlık? ♫♫

Kitap, günümüzden başlayarak Osmanlı'nın çöküş dönemine kadar geriye gidiyor. Yaşadığımız gıda terörünün sebepleri bir bir sıralanırken önce tüm suçun Ak Parti'de olduğunu düşünmeye başlıyorsunuz. Sebepler ayrıntı kazandıkça suçun asıl sahibini Turgut Özal olduğunu görüyorsunuz. Ama bununla kalmıyor. Özal'ı bu yanlışları yapmaya iten sebepler açığa çıktıkça işin ucu önce Demokrat Partiye sonra Marshall yardımına sonra da Abdülhamit dönemine kadar uzanıyor. Bununla bitse iyi. En sonunda başımıza gelen işlerin pek çoğunun ABD kaynaklı olduğunu fark edip rahatlıyorsunuz. 😊Yazar, kitap boyunca en çok eski Tarım Bakanı Mehdi Eker ve Ak Parti iktidarının tarım ve hayvancılık politikalarını ağır bir dille eleştiriyor. Mehdi Eker'in kitapta yazılanlarla ilgili bir cevabı vardır diye umuyorum. Eğer makul cevapları yoksa vay halimize... 

Kitap; oğlunuzu kısırlaştıran, eşinizi obez, sizi diyabet yapan ve 6 yaşınızdaki kızınızın adet görmeye başlamasına neden olan gıdaları bir de üstüne para vererek aldığınızı hatırlatıyor. Gıdaların birer korku kaynağına dönüştüğünü, diyetisyenlerin yazdığı modern muskaların konjonktüre göre değiştiğini ve ne kadar yediğimize değil de ne yediğimize bakmamız gerektiğini vurguluyor. Gözümüzün önüne bakmamızı ve arkamızdan dönen oyunların farkına varmamızı salık veriyor. Marshall Yardımı döneminde halkımıza türküler üzerinden yapılan manipülasyona (zeytin yağlı yiyemem aman) bir kez daha gelmeyelim diyor. 

Kitap boyunca karşınıza çıkan bir 'şey' var. Bu 'şeyi' önce bir adam sanıyorsunuz, sonra bir aileye dönüşüyor ve en sonunda da bir fenomene...Rockefeller namlı garabetten bahsediyorum. Her taşın altından çıkan bu garabet, kitabın en önemli figürü. Dünyada kötü bir şey olduysa altından bu isim çıkıyor. Tescilli bir 'deccal' olmalı? Bu aile ile ilgili yazarın verdiği ayrıntılara bayıldım. Soner Yalçın'ı bu araştırma konusunda takdir ediyorum. Zira bu ismin İllüminati dışındaki yanlarından bu kadar haberdar değildim. 20. yüzyılın başındaki öjeni fantezisinin altından bile çıktığına göre muazzam bir kötülük potansiyeli olmalı? Bu noktada yakında ölen David Rockefeller'in yaptırdığı söylenen organ nakilleri ile ilgili Soner Yalçın'a bir hatırlatma yapmalıyım. Kitabın 472 sayfasında bu nakillerden bahsediliyor. Oysa Amerikan menşeli pek çok site bu haberin yalan olduğunu söylüyor. Çünkü enikonu 6 kez kalp nakli olduğu iddia ediliyor. Bu konuda Soner Yalçın ile aşık atamam biliyorum ama benden hatırlatması...😊

Rockefeller ve diğer küresel kodamanların masum insancıklara ettiklerini okudukça dünyanın dayanılmaz bir yer olduğuna ikna oluyorsunuz. Hatta ara ara 'böyle bir dünyaya çocuk getirmek istemiyorum' diyen zıpçıktı arkadaşınızın bu çıkışını pekala anlamlı bile buluyorsunuz. Bu kodamanlar neden dünyayı zehirliyorlar, mutlu mesut yaşamak varken neden yediğimiz ekmekten, içtiğimiz sudan intikam alıyor bunlar diye soruyorsunuz. Para için mi? Yazar bu soruya 'Hayır mesele yalnızca para değil' diye cevap veriyor. Daha üstte, daha aşkın, daha patolojik, daha zengince bir başka sebep daha var diyor. Bunun ne olduğunu kitabın sonuna kadar anlatmıyor. Çünkü kitabı yazma amacının sırf bu sebep olduğunu söylüyor. Kitap boyunca bu soru damağınızda çok hoş bir tat bırakıyor. Yazar: 'Neden yoksullar hep tavuk yer?' 'Gazlı içecekler neden hep ucuzdur?' 'Fast-food ürünleri neden diğer ürünler kadar zamlanmıyor?' diye sordukça okumanın keyfi artıyor. 
    

Soner Yalçın kitapta Cumhurbaşkanlığı Külliyesindeki bostandan bile söz ediyor. Bostanların metrekaresinden, ekilen ürünün içeriğine kadar bilgi vermiş. Haklı olarak soruyor: 'Vatandaş hibrit gıdalar yerken, GDO'lu sebzeye meyveye mecbur kalırken, külliye sakinleri 'organik gıdalar mı yiyor?'

Kitapta çok bilgi, çok veri ve çok eleştiri var. Mutlaka bilinmesi gereken pek çok gündelik bilgi var. Ve fakat ses getirmesi gerekiyor. Konuşulması, tartışılması gereken pek çok duyarlılık var. Zira gıda konusu insanlar için birincil önemdedir. Yazar bir yerde bu durumu şöyle ifade ediyor: 'İnsanlar Ak Parti'nin Milli Eğitim Politikasının kaç kez değiştiğini bilir ama tarım politikasından kimsenin haberi yoktur.' Haksız sayılmaz. Bir başka yerde de şu minvalde bir laf ediyor: Halkımızın yediğinin içtiğinin içindeki zehir pek önemli değildir yeter ki içinde domuz eti olmasın. 😅😅     
  









           

27 Ocak 2018 Cumartesi

Yeşua

"Biz Meryemoğlu İsayı geçmiş peygamberlerin izleri üzerinde Tevrat'tan kalanın doğruluğunu tasdik edici olarak gönderdik. Biz, ona, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşıyanlara bir rehber, bir öğüt olarak Tevrat'tan kalanı tasdik eden, içinde rehberlik ve aydınlık bulunan İncil'i verdik."

Maide-46 

"Adem'in çocukları anlaşamamıştı. 
İbrahim'in çocukları da öyle..."


Robert Winston, Tanrının Öyküsü isimli kitabında Amerika Tennessee'de bir kilisede yaşanan "uhrevi" bir olaydan bahseder. Vaiz, inanmış bir mümin olarak vecd halinde dünya ve ahiret saadetinin öneminden bahsederken, muzip bir tarikat üyesi -belki de art niyetlidir- vaizin önüne içinde çıngıraklı yılan olan bir kutu koyuverir. Beklenen davranış vaizin panikleyip kaçması iken durum öyle olmaz. Vaiz, yılanı kuyruğundan tuttuğu gibi havaya kaldırır ve başının üzerinde dolandırmaya başlar. Bir yandan da vaaz vermeye devam etmektedir....."Ve bu işaretler benim adıma inananları takip edecek...onlar yılanları tutacaktır" Olayı gören cemaat, küçük dilini çoktan yutmuştur, zira liderlerinin elinde tuttuğu yılan hem zehirli hem de çıngıraklıdır. Liderin yılan sokmasından ölmesi an meselesidir. Ancak lider yılanı başının üzerinde çevirmeye devam etse de yılan onu sokmaz. Bu, düpedüz büyük bir mucize olmalıdır. Tarikatlarının ve liderlerinin Tanrı eliyle desteklediğinin apaçık bir göstergesidir. Nitekim bu "şanslı" olay, tarikata bağlı diğer kiliseler arasında ışık hızıyla yayılır ve kürsüye çıkan pek çok babayiğit başında çıngıraklı yılan çevirmeye başlar. Nihayetinde o sene bu güzide tarikatın müdavimlerinden yüz küsur tanesi yılan sokmasından ölür. Hristiyan dünyasına nispet edilen bu hikayeden çok daha çarpıcı olanlarını eminim biliyorsunuzdur. Bu konuda ülkemiz de mümbit bir havzadır. Ete kemiğe bürünüp ........................diye görünenler (boşluğa canınızın çektiği dini figürü yazın), peygamberlerle ruhlar aleminde Türkiye'nin durumunu istişare edenler, pilotun yanında aninden belirip bomba atması gereken noktaları gösteren ak sakallı evliyalar vb. Yeryüzü coğrafyasında ne kadar teolojik algı varsa, hepsinin içinde yukarıdakilere benzer ve çoğunlukla akıl sınırlarını aşan yüzlerce olay vardır. Anladığım kadarıyla rasyonel bir dini algı kimsenin hoşuna gitmiyor ve doğal süreçlerle açıklanan bir teolojiyi kimse sevmiyor. Din dediğin şey ille de heyecan verici mi olmalıdır allasen? 


Galiba öyle. Baksanıza Kudüs'e gezmeye gidip de psikiyatri kliniklerinin kapısını aşındıranlara. Evet, bir patolojiden, Kudüs Sendromundan bahsediyorum. Neredeyse 100 yaşına merdiven dayamış bir tuhaflıktan. Gezmeye gelen turistlerin, ziyaret ettikleri atmosferin etkisinden olacak, bir süre sonra dini içerikli halisünasyonlar görmeleri ve soluğu Kudüs Devlet Hastanesinin acil servisinde almalarından bahsediyorum. İlginç değil mi? Kendini; beklenen İsa ilan edenler, Kızıldeniz'i ikiye yaracağını söyleyenler, manevi ortamın havasını içine çektikçe ağır ağır "aydınlanıp" insanları az önce keşfettiği hakikatin etrafında birleşmeye çağıranlar...Heyecan verici değil mi? 

Dini literatürde heyecan verici o kadar çok anlatı var ki. Binlerce yıllık insani birikim bu konuda muazzam bir arşiv oluşturmuş. Dünyanın bütün dini inanışlarında binlercesini bulmak mümkün. Ortada bunca birikim olmasına rağmen günümüz dünyasının insanı bu anlatılara pek itibar etmek istemiyor. Aklın sınırlarını aşan bu olayları etkileyici bulmak şöyle dursun, alaycı bir gülümseme ile dinlemeyi tercih ediyor. Ne diyordu İsmet Özel: "Bana deha değil, belgeler gerekli, kanıtlar, ifadeler, resmi mühür ve imza...

Şimdilerde pek çok kişi şairin dediği yerde duruyor. İnandığı dine belgelerle-delillerle dokunmak, resmi mühür ve imza ile onu anlaşılır/okunabilir hale getirmek istiyor. Bu mantıkla okuyan-yazan binlerce insan var. Dini doktrinleri pekala aklileştirmek isteyen, esasen 'doğaüstü gerçeklermiş' gibi aktarılan pek çok dini anlatının gerçekte bu şekilde yaşanmadığını, yahut da mantıklı izahları olduğunu anlatmak isteyen binlercesi...Değilse Hz. Nuh'un oğlu ile cep telefonu vasıtasıyla konuştuğunu düşünmekten başka çaremiz kalmayacak demektir. 😅 

Bu mantığa yakın isimlerden biri de Mustafa Akyol. Akyol, Özgürlüğün İslami Yolu isimli kitabı ile tanıdığım biri. Babası Taha Akyol. Meşhur gazeteci. Hem de Yozgatlı.😅

Mustafa Akyol'un yeni kitabından söz edeceğim biraz. Meryemoğlu İsa'dan. Kitabın tam adı: Yahudilerin Mesihi, İslam'ın Peygamberi Meryemoğlu İsa. Yazar kitapta bir Müslümanın gözünden Hz. İsa'nın nasıl göründüğünü yazmış. Kitabın orijinal dili İngilizce. İlk elden okur kitlesi çoğunlukla Hristiyanlar ve Yahudiler. Türkçe'ye Düşün Yayınları kazandırmış. Sayısı otuzu bulan tashihleri saymazsak gayet başarılı bir baskı olmuş diyebiliriz. Kapakta bizim aşina olduğumuz İsa görseli kullanılmış olsa da kitabın yurt dışı baskısının kapağını daha çok beğendiğimi söylemeliyim. O kapaktaki İsa'nın hüznü hikayenin ruhuna daha uygun olmuş diye düşünüyorum.

Yazar, şapka çıkartılacak bir kaynak taraması yaparak Hz.İsa ve kutsal metinler hakkındaki bilinenleri/değerlendirmeleri ve kabulleri bir bir masaya yatırmış. Bir konu hakkındaki farklı görüşleri titizlikle değerlendirmiş ve ötesini okurun takdirine bırakmış. En çetrefilli konulardan olan "çarmıha gerilme", "kıyamete yakın yeryüzüne inme" gibi alanlarda bir ispat derdine düşmeden verileri paylaşmış.   

Kitap boyunca anlatılan şeyler çok uzak bir tarihe işaret ediyorsa da yazarın mesajının bugüne olduğu çok aşikar. Zira İbrahim'in çocukları olan bu üç dinin mensuplarının arasının bunca bozuk olması yazarın canını çok sıkmışa benziyor. Kitap boyunca İsa'nın hikayesini okusak da kitabın alt metinlerinde "bakın hepimiz aynı şeye inanıyoruz" iletisini her an görmek mümkün oluyor. Hatta bunun için yazarın takdire şayan bir gayretkeşliği olduğunu bile söylemeliyim. Söz gelimi Hz. İsa'nın büyük kardeşi olan Yakub'un mektubu ile kitap boyunca sık sık karşılaşmamız ve mektubun verdiği mesajların İslami doktrinlerle örtüşmesi bu gayretkeşliğin hoş örnekleri arasında sayılabilir. Keza, Hristiyan otoriterlerce dini metinlerden kabul edilmeyen apokrif metinlerin (Protoevangelium of James, Sözde Matta İncili, Tomas'ın Çocukluk İncili vb.) neredeyse İslami kaynaklarla birebir örtüşen mesajlar vermesi gibi vurgular da yazarın sıklıkla gündeme getirdiği ortak algılarla dolu. 

Mustafa Akyol bir Müslüman olarak kitap boyunca olabildiğince tarafsız kalmaya çalışmış. Hristiyanların inandığı ama bir Müslümanın itibar etmediği pek çok olguyu makul bir dille anlatmayı başarmış. Pavlus konusunu ise "dişlerini gıcırdatarak" yazdığı hissiyatına sahibim. :) Zira İsa düşmanı bir adamın göklerden gelen bir ses üzerine inandığı tüm değerleri bir kenara bırakıp güya İsa'nın bıraktığı dini yerden kaldırmaya ömrünü vakfetmesi yazara hiç mantıklı gelmişe benzemiyor. Yazar adeta "İsa'nın çarmıha gerildiğine bile inanabilirim ama rica ederim şu Pavlus'un dininize ettiklerine bir bakın" diyor. Yazar bir noktada Hristiyan geleneğinin Pavlus'a değil de neredeyse Kur'an ile aynı şeyleri söyleyen Yakup'a itibar ettiğini düşünmemizi istiyor. Manzara kesinlikle bugünkünden çok farklı olurdu. Çünkü yazar, Müslümanlar ile Hristiyanlar arasındaki ezeli öfkenin kökeninin dini algılar değil, siyasi ihtilaflar olduğu kanaatinde.   

Pavlus Kudüs'ten Şam'a giderken göklerden gelen bir sesin ona: "Saul Saul! Neden bana zulmediyorsun?" dediğini anlatır. Tek şahidi kendisidir ama dünyanın en büyük dinini kurmayı başarır. Hz. İsa hayattayken onu görmemiş olması, on iki Havari'den biri olmaması ise önemsiz ayrıntılardır.   

Kitap boyunca üzerinde en çok durulan mevzulardan biri de Hz. İsa'nın yeni bir din getirmediği, Yahudilerin içine gönderildiği ve dolayısıyla Yahudi bir peygamber olduğudur. Ek olarak dönemin Yahudi kodamanlarına adil olmalarını, bir olan Allah'a inanmalarını ve önceki peygamberler tarafından vazedilen bazı kuralları değiştireceğini söylemesidir. Bu meseleler yazarın döne döne hatırlattığı ve altını belirgin bir şekilde çizdiği meselelerdir. Bunları bir Müslümandan okumak bir Hristiyan'a eminim garip gelecektir. 

Yine kitapta gözden kaçmaması gereken ve özellikle Hristiyan cemaatlerin dikkatine sunulan bir mevzu da; İslam dünyası ile Yahudi dünyasının Hz. İsa'yı konumlandırma biçimlerinin büyük oranda aynı olduğunun hatırlatılmasıdır. Çünkü yazar Hz. İsa'nın misyonun doğru anlaşılmasının tüm dinleri buluşturabilecek bir ortak payda olacağı kanaatinde. Bu noktada yazar, Hristiyan dünyasının zihnine pek çok soru bırakmayı başarıyor.

Kitapta okumayı umduğum ama maalesef bulamadığım şey ise, Hz. İsa'nın mucizeleri oldu. Elbette mucizelerden bahsediliyor ama bu olayların farklı dinlerde nasıl anlaşıldığından söz edilmiyor. Söz gelimi ölüyü diriltmek, alacalıyı iyileştirmek, suyu şaraba çevirmek gibi mucizelerin sembolik anlamları konusunda Hristiyan ilahiyatı ne düşünüyor bilmek isterdim.  Kitabın çerçevesi açısından bakıldığında Hz. İsa'nın yaşamından çok mesajına odaklanıldığı çok net. Belki bu bağlamda değerlendirildiğinde mucizelerin İsa'nın mesajı ile ilişkilendirilmesi gerekirdi diye düşünüyorum.  

Son tahlilde Meryemoğlu İsa namlı eser, konu hakkında farklı kaynaklar okumanız yönünde de ilham verecek bir kitap olmuş. Hristiyan paradigmanın nasıl olgunlaştığını anlamak için ise hararetli bir öneri...