"Karlı Bir Gece Vakti Bir Dostu Uyandırmak" şiirini İsmet Özel'in sesinden dinliyorum/izliyorum. Şair: "Kardeşlerim, bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan, yaklaşıyor yaklaşmakta olan" deyu kulağımdan çekedursun, gözüm, fonda kırçıl renkli bir atın rüzgara karşı koştuğunu gösteren müthiş çarpıcı bir videoya takılıyor. Sinematografik bakışım pek yoktur amma bu görüntü yakamdan kavrayıveriyor. Bu at da neyin nesi derken video hakkında yapılmış yorumlara bakıyorum. Yorumlarda okuduklarım beni bir filme götürüyor. The Turin Horse yani Torino Atı.
İşte At bu!
Filmin kompozisyonuna şıp diye oturmuş.
|
Bu noktadan hareket eden Macar yönetmen Bela Tarr ise oturur ve Nietzsche'nin sarıldığı bu atın öyküsünü anlatmaya karar verir. Mezkur atın görüntüleri ise filmin açılış sekansını oluşturur. Bu ata ne olmuştur, sahibi kimdir, kimin nesidir bilen yoktur. Bu noktada da sinema devreye girer ve at için bir öykü yazılır. Yönetmen Tarr, kategorik olarak "sanat filmi" klasmanına giren bir film çeker. Öyle böyle değil ama bildiğiniz "sanat filmi". Bu uyarıyı yineliyorum çünkü önemsiyorum. Zira sanat filmi izlemek, öyle her aklı kesen adamın yapacağı iş değildir.
Biliyorsun, sanat filmi klasmanındaki bu filmler klasik bir sinema takipçisinin aradığı pek çok şeyi veremeyen türdendir. Ne sürpriz son olur bu filmlerde, ne aniden öldürülen bir kahraman ne de tüm aile efradını doğrayan psikopat bir aşık. Her şey rasyonel ve beklendiktir. Bu filmlerin karakterleri; akşam olunca eve gider uyurlar, sabah olunca da uyanırlar. Öyle aksiyon filmleri gibi geceden sabaha devasa bir hangarda kötü adamlarla silahlı çatışmaya girmezler. Senin benim gibi kahvaltı da peynirli tost falan yerler. İcabında o tost pişene kadar, hatta karakter tostunu yiyene kadar izlersin o sahneyi. Öyle ki; yönetmen yaşamın gerçekliğine vurgu yapacaksa -yahut da kafaya koyduysa- o kahvaltıdan sonra karakter işe gidene kadar izletir sana sahneyi. Dişlerini fırçalar, ellerini yıkar, ayakkabılarını giyer...Filmde oyuncu işine otobüsle gidiyorsa, uzun uzun camdan dışarı bakar. Sen de onunla beraber işe kadar gidersin. Bu filmlerin oyuncuları da filmler kadar gerçektir. Bu oyuncuları öyle her yerde göremezsin, sosyal medya hesaplarındaki takipçi sayıları bile hısım akrabalarının sayısı ile sınırlıdır. Tanınıp bilinmezler ama asıl oyuncu bunlardır.
Filmde en uzunu 6-7 dakika kadar süren bir diyalog sahnesi var. Burada 13,5 milyar yaşındaki dünyamızın kısa bir okuması yapılıyor. Diğer diyaloglardan en çok aklımda kalan ise baba kız arasında geçen ve ağaç kurtlarının sesinin neden artık duyulmadığının sorgulandığı kısacık bir bölüm oldu. Kısacık ama hayatları kadar yalın bir diyalog. Çünkü o kadar kendi hallerindeler ki, tüm konuşabilecekleri şey bu kadar. Dünyanın diğer yarısında neler oluyor hiçbir bilgiye sahip değiller. Dolayısıyla sorumluluk da hissetmiyorlar. Kimseye karşı suçluluk hissi yaşamıyorlar. Esasen özgür olduklarını bile söyleyebiliriz. Hiçbir şeyin kölesi değiller. Çok az eşyaları ama bolca zamanları var.
Filmi taşıyan müzik ise karakterlerin dünyası kadar biteviye. Bir müzik filmin ruhuna ancak bu kadar yakışır. Neşesiz, hüzünsüz ve yeknesak. Az sonra hiçbir şey olmayacağından o kadar eminsiniz ki...
Peki at'a ne oluyor? Onun sonu da sahipleri gibi...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder