4 Şubat 2018 Pazar

The Turin Horse Yahut Nietzsche'nin Sarıldığı At

"Karlı Bir Gece Vakti Bir Dostu Uyandırmak" şiirini İsmet Özel'in sesinden dinliyorum/izliyorum. Şair: "Kardeşlerim, bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan, yaklaşıyor yaklaşmakta olan" deyu kulağımdan çekedursun, gözüm, fonda kırçıl renkli bir atın rüzgara karşı koştuğunu gösteren müthiş çarpıcı bir videoya takılıyor. Sinematografik bakışım pek yoktur amma bu görüntü yakamdan kavrayıveriyor. Bu at da neyin nesi derken video hakkında yapılmış yorumlara bakıyorum. Yorumlarda okuduklarım beni bir filme götürüyor. The Turin Horse yani Torino Atı.    

İşte At bu!
Filmin kompozisyonuna şıp diye oturmuş.
Rivayet o ki; Nietszche üstadımız 1889 yılının bir kış gününde Torino sokaklarında gezinirken atını kırbaçlayan bir adam görür. Üstad bu manzara karşısında öyle içlenir öyle hüzünlenir ki kimse ne olduğunu anlamadan at arabasının üzerine atlar ve kırbaçlanan bu ata sarılıp ağlamaya başlar. Onu komşusu eve götürür ve yine rivayetlere göre iki gün boyunca katatonik halde yata kalır. Bu saatten sonra Nietzsche ablası ve annesi ile birlikte 10 yıl daha yaşar. At olayının önemli bir kırılma olduğu neredeyse herkesin ortak fikridir.  

Bu noktadan hareket eden Macar yönetmen Bela Tarr ise oturur ve Nietzsche'nin sarıldığı bu atın öyküsünü anlatmaya karar verir. Mezkur atın görüntüleri ise filmin açılış sekansını oluşturur. Bu ata ne olmuştur, sahibi kimdir, kimin nesidir bilen yoktur. Bu noktada da sinema devreye girer ve at için bir öykü yazılır. Yönetmen Tarr, kategorik olarak "sanat filmi" klasmanına giren bir film çeker. Öyle böyle değil ama bildiğiniz "sanat filmi". Bu uyarıyı yineliyorum çünkü önemsiyorum. Zira sanat filmi izlemek, öyle her aklı kesen adamın yapacağı iş değildir. 

Biliyorsun, sanat filmi klasmanındaki bu filmler klasik bir sinema takipçisinin aradığı pek çok şeyi veremeyen türdendir. Ne sürpriz son olur bu filmlerde, ne aniden öldürülen bir kahraman ne de tüm aile efradını doğrayan psikopat bir aşık. Her şey rasyonel ve beklendiktir. Bu filmlerin karakterleri; akşam olunca eve gider uyurlar, sabah olunca da uyanırlar. Öyle aksiyon filmleri gibi geceden sabaha devasa bir hangarda kötü adamlarla silahlı çatışmaya girmezler. Senin benim gibi kahvaltı da peynirli tost falan yerler.  İcabında o tost pişene kadar, hatta karakter tostunu yiyene kadar izlersin o sahneyi. Öyle ki; yönetmen yaşamın gerçekliğine vurgu yapacaksa -yahut da kafaya koyduysa- o kahvaltıdan sonra karakter işe gidene kadar izletir sana sahneyi. Dişlerini fırçalar, ellerini yıkar, ayakkabılarını giyer...Filmde oyuncu işine otobüsle gidiyorsa, uzun uzun camdan dışarı bakar. Sen de onunla beraber işe kadar gidersin. Bu filmlerin oyuncuları da filmler kadar gerçektir. Bu oyuncuları öyle her yerde göremezsin, sosyal medya hesaplarındaki takipçi sayıları bile hısım akrabalarının sayısı ile sınırlıdır. Tanınıp bilinmezler ama asıl oyuncu bunlardır.


Torino Atı tam da böyle karakterlerin yer aldığı bir film. Sanat filmi. Tam 146 dakika sürüyor ve sürekli aynı şeyleri izliyorsun. At, baba ve kız. Mütemadiyen esen ve artık insanın sinir sistemini yıpratacak kadar ısrarcı bir de rüzgar var. Görüntüler ise tek kelimeyle mükemmel. Gri bir çölün ortasındalar ve muhteşem sadelikte bir hayatları var. Modern zaman insanları tarafından pekala kıskanılacak bir yalınlık içinde yaşıyorlar. Bir insan yaşamak için asgari olarak neye ihtiyaç duyuyorsa o kadarına sahipler. İçmek için su, yemek için patates, giymek için iki kat elbise, döne döne okumak için bir tanecik kitap ve bir kaç parça alet edevat. Başkaca bir şey yok. Muhteşem değil mi? Talep ettikleri hiç bir şey yok, bir şeye sahip olmak istemenin yarattığı nevrotik kaygıyı ikisi de tanımıyor, arkadaşları bile yok. Hısım akraba hak getire...İşte film bu minvalde akıp gidiyor ve bana kalırsa her izleyici bu filmden heybesinin hacmi kadar nasiplenebiliyor. Zira "yönetmen ne anlatmak istemiş" sorusunun cevabı her izleyiciye göre değişecektir diye düşünüyorum.

Filmde en uzunu 6-7 dakika kadar süren bir diyalog sahnesi var. Burada 13,5 milyar yaşındaki dünyamızın kısa bir okuması yapılıyor. Diğer diyaloglardan en çok aklımda kalan ise baba kız arasında geçen ve ağaç kurtlarının sesinin neden artık duyulmadığının sorgulandığı kısacık bir bölüm oldu. Kısacık ama hayatları kadar yalın bir diyalog. Çünkü o kadar kendi hallerindeler ki, tüm konuşabilecekleri şey bu kadar. Dünyanın diğer yarısında neler oluyor hiçbir bilgiye sahip değiller. Dolayısıyla sorumluluk da hissetmiyorlar. Kimseye karşı suçluluk hissi yaşamıyorlar. Esasen özgür olduklarını bile söyleyebiliriz. Hiçbir şeyin kölesi değiller. Çok az eşyaları ama bolca zamanları var. 

Filmi taşıyan müzik ise karakterlerin dünyası kadar biteviye. Bir müzik filmin ruhuna ancak bu kadar yakışır. Neşesiz, hüzünsüz ve yeknesak. Az sonra hiçbir şey olmayacağından o kadar eminsiniz ki...

Peki at'a ne oluyor? Onun sonu da sahipleri gibi...

        

    
      

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder