9 Temmuz 2021 Cuma

DALGALAR, FREKANSLAR, ENERJİLER HEP BİZDEN YANA...

 Hayat beklediğimiz gibi değil, olduğu gibidir.

Hepimiz bunu yaparız. Yeni tanıştığımız birini zihnimizde koyacak yer ararız. Çünkü zihnimizde şablonlar vardır ve tanıştığımız kişiyi hazır şablonlardan birinin içine tıkıştırıveririz. Her insan için ayrı bir şablona ihtiyaç duyulmaz. Genellikle birbirlerine çok benzediklerinden mevcut şablonlardan birinin içine kolaylıkla otururlar. Kimileyin ise öyle insanlar çıkar ki karşınıza zihninizdeki şablonların hiçbirine oturtamazsınız onu. Sağından solundan ezer bükersin de girmez Allah girmez. Böylesi insanlar için zihinlerimiz hemen direnişi bırakır ve yepyeni bir şablon tasarımı yaparlar. Sadece ona özel, taptaze ve şıkır şıkır bir şablon. Bu insanlar genelde başlarının üzerinde bir hale ile dolanan kimselerdir. Çünkü seni, yeni bir şablon tasarlamaya itecek kadar nevi şahsına münhasır ve etkileyicidirler. Mezkur haleyi görenler onu şıppadak tanırlar. 

Bilinçsel Kırtasiye'nin Bcafesinde yakın zamanda rastlaştık kendisiyle. Ortak dostumuz Kemal Bayram abi ayarlamadıysa spontane bir tanışıklıktı. Yan yana düşüverdik kalabalığın içinde. Doğrudan lahmacun mu istemeliyiz yoksa mantar çorbası ile mi başlamalıyız gibi hayati bir soru hakkında konuşurken birden kendimi kadim felsefi soruların içinde buluverdim. Lahmacunlar bitti, tatlılar gövdeye indirildi ve çaylar içildi. İşte sözünü ettiğim şablon da o esnada zihnimde oluşuverdi. Çünkü bu adam yepyeni bir şablonun açılmasını adeta zorluyordu. Şirvan Hoca konuştukça ısınıyor, ısındıkça açılıyordu. Şahane bir gün geçiriyordum. 



Şirvan Hoca 25 yıldır Türkiye'deydi ve gördüğüm kadarıyla bu coğrafyanın kodlarına fazlasıyla hakimdi. Zaman zaman görünür hale gelen  ancak sadece dikkatli kulakların fark edebileceği Azeri lehçesi olmasa bildiğin Yozgatlı diyeceğim biriydi. Anlatmayı, konuşmayı, paylaşmayı seviyordu.  Sonraki görüşmemizde kendisi için "benim işim sadeleştirmek" dese de bende sadeleşen bir şey olmamıştı. Bilakis mevcut zihinsel karışıklığımı sadeleştirmek yerine ekşi sözlük yazarları gibi yeşillendirmeyi başarmıştı. İyi de yapmıştı. 

Anooshirvan Miandji, ya da arkadaşlarının ona seslendiği haliyle Şirvan Hoca kısaca ilham veren biri. Zihnimde onun için açtığım şablona mütemadiyen eklemeler yapıyorum. Birkaç gündür Aromatik Adam isimli epistemik romanını okuyorum ve bir süredir Şirvan Hoca'nın zihinlerde yaptığı şeyin ne olduğunu anladım. Tanrı'nın kendisi ile ilgili muradının "sadeleştirmek" olduğunu vehmetse de ona katılmıyorum. Hatta tam tersini düşünüyor olabilirim.  

Öykü bu ya. Padişaha iki yavru doğan hediye etmişler. Doğanlardan biri kısa sürede yaman bir avcıya dönmüş. Yükseklerde uçuyor ve kanatlarını açtığında görkemli bir kuşa dönüşüyormuş. Öteki doğan ise bir dala tünemiş vaziyette duruyor, yemi geldiğine yiyor, suyu geldiğinde içiyormuş. Padişah bir gün, bu sünepe kuşu görünce "işin ehlini çağırın da şu kuşcağızı doğan etsin" demiş. Gelen adam çok kısa bir süre içinde kuşu atak bir avcıya dönüştürmeyi başarmış. O da yekdiğeri gibi avcılık yapıyor, yükseklerde uçuyormuş. Padişah ehil kimseye bunu nasıl yaptığını sorunca adam kısa bir cevap vermiş: Tünediği dalı kestim. Şirvan Hoca'nın yaptığı şeyin daha çok bu olduğu kanaatindeyim. Konfor alanında yatmaktan sağında solunda yatak yarası çıkan insanların tünediği dalı kesiyor ve onları uçmak zorunda bırakıyor. 

Sözgelimi Aromatik Adam romanı. Bu 190 sayfalık epistemik çalışmada tam bir "doğan eğitmeni" var karşımızda. Malcolm X'ten mülhem "uyuyanları uyandırmaya bir tek uyanık yeter" sözü bu romanda tam da hoca için geçerli hale geliyor. Şirvan Hoca bu kitapta insanlık kadar eski bir patolojiye işaret ediyor. Arı kovanına çomak sokuyor dense yeridir. Zira yine insanlığın konfor alanını zorlayan bir uyarı da bulunuyor. "Ben yanılabilirim" ama sizin sandığınız gibi de olmayabilir diyor. Hatta okkalı bir "sadeleştirme" yapıyor bile denebilir.


Aromatik Adam; bir düşünme metodunu inşa eden, öneren ve pratiğini yapan bir roman. Kitap, gizemli bir adamın tren vagonlarında hastalara şifa, dertlilere deva, borçlulara eda dağıttığı bir vasatta başlıyor. Olaya medyanın, emniyetin, halkın ve nihayet adliyenin müdahalesi ile de sona eriyor. Yazar, herhangi bir coğrafya yahut mekan ismi belirtmiyor olsa da olay örgüsünün memleket sathında gerçekleştiği gün gibi aşikar. Romandaki karakterlerin de ismi yok ama o kadar tanıdık, bildik karakterler var ki bir isimleri olsa ancak bu kadar olurdu. Zira romanın maksadı bir karakteri cilalamak yahut olayı parlatmaktan çok okura "aslında ne olduğunu" göstermek. Bu yanıyla roman amacına fazlasıyla ulaşmış görünüyor. 

Romanın çok başarılı olduğu bir başka nokta ise çektiği fotoğraflar. Hayır hayır roman resimli değil fakat yazar o kadar güzel açılardan fotoğraflar çekmiş ve yazmış ki olanı biteni tüm renkleriyle satır aralarında görmemek imkansız. İlgili bölümleri okurken şaşı bak şaşır temalı yanıltmacalar gibi karakterler sayfanın içinde beliriveriyor. Sözgelimi televizyonda bir açık oturum düşün ve program sunucusunun etrafında halelenen konuklar şöyle olsun: Bir fizikçi, bir gazeteci, bir doğa üstü olaylar uzmanı, bir kozmik şifacı, bir astrolog ve bir de doktor. Bu manzarayı hayal etmek, ekrandaki stereotipleri canlandırmak çocuk oyuncağı olmalı. Roman buna benzer çokça fotoğrafla dolu ve bu bölümleri okurken kıkırdamamak imkansız. Hele Şirvan Hoca'nın sesine, konuşmasına azıcık aşinaysanız çok keyif alırsınız. Hatta bu new age ıvır zıvırlar ilginizi çekiyorsa ekrandan üzerinize doğru gelen pozitif enerjileri, frekansları, dalgaları hissetmeniz işten değil. :) 

Yazarın okura uyarılarda bulunduğu, aman dikkat edin dediği hatta kulağını çektiği bölümleri tekrar tekrar okunacak kalibrede metinlerden oluşuyor. Özellikle son bölümde hocanın senelerin imbiğinden geçmiş cümlelerine sıkça rastlamak mümkün. İyi niyetle yapılmış bu kulak çekmelerin ortak bir teması var: Kapının önünü temiz tut! Zira hoca çok iyi biliyor ki bir Şapkalı Adam gidecek ve ötekisi gelecek. Bu nedenle kapınızın önünü temiz tutun diyor. Müsamere toplumu olmayın ve aynı hataları tekrar tekrar yaptıktan sonra farklı bir sonuç beklemeyin. 

Bu uyarılardan sonra romanın en sert bölümüne geçiliyor. Bana kalırsa emniyet kemeri bağlanılarak okunması gereken yerler bunlar. Zira yazar toplumun cenneti de cehennemi de içinde taşıdığını, ne olacaksa burada olacağını apaçık bir netlikle söylüyor. Hayat, beklediğimiz gibi değil, olduğu gibidir diyor. İşte bu noktada çok yerleşik bir paradigmayı sarsak iskelesinden düşürüveriyor. Hayatı katlanılır kılan olağanüstülüklerin, görünmez güçlerin, mitolojilerin, her an gerçekleşeceğine iman ettiğimiz mucizelerin yerine azmi ve çalışmayı koyuyor. Toplum gerçekle sahtenin ayrımını yapamazsa bu olağanüstülüklerin biri gider biri gelir diye de ekliyor. 

Son tahlilde kitap sahte bilimin, agnotolojinin ve çoğulcu cehaletin başa çıkılması  çokta zor olmayan işler olduğunu ve insanın aklını kullanması gerektiğini hatırlatıyor. Aromatik Adam'ın internet kullanan herkese okutulması gerektiğini düşünüyorum. Zira metotsuz bir şekilde bilgi bombardımanına zihnini açan modern insan kirlenmekten asla korunamıyor. Yazarın ifadesiyle eşekle atın farkını bilmeyen adama atı eşek diye satıyorlar. Bu nedenle suyun derinliğini ölçerken iki ayağını kullananlardan olmamak lazımdır. 





22 Mayıs 2021 Cumartesi

Yozgat'ta Hayat Var, Mustafa Çiftçi Bizzat Görmüş

Devlet grisi rengi ile bilinen Ankara'da bir vakit sokak ortasında portakal, havuç, nar suyu satan otobüsler bulunurdu. O gri devlet satardı bu allı yeşilli meyve sularını. Belediye artık yolcu taşıyamaz duruma gelmiş, kaddi bükülmüş otobüsleri cilalayıp dükkan kılığına sokmuş ve içinde yaz kış taze meyve suyu satılır hale getirmişti. Neden sonra birden cadde ortasında soğukluk satan bu şenlikli otobüsler yok oldu. Devlet büyüklerimiz ne düşündü bilinmez. Kim bilir, devlet kesesinden içtiğiniz portakal suyu kafidir, bundan kelli herkes başının çaresine baksın mı dediler yoksa koskoca başkent belediyesinin vatandaşına portakal suyu sıkmasını mı devlet ciddiyetine yakıştıramadılar bilmiyoruz. Seçimler oldu, başkanlar değişti. Bu bütçe dostu otobüslerin yokluğuna henüz alışacaktık ki yeniden ortaya çıkıverdiler. Belediyenin taze başkanı  yokluğuna enikonu üzüldüğümüz bu cadde üstü dinlenme tesislerini açıverdi bir gecede. İyi de etti. Ben de bu portakal suyu otobüslerinin gediklilerinden biriyimdir. Belediyenin tekrar portakal suyu satmaya başladığını gördüğümde çocuklar gibi sevinmiştim. Neden sevinmeyim? Karanfilden kitabımı, simitçiden simidimi almışım. Yanına katık olsun, portakal suyumu da kapmışım. Güvenpark'ta 15 dakka soluklanmayalım mı? Bilenler bilir, memur kenti bu şehirde fakir fukara ağzını ayırmak için Güvenpark ve muadillerine gider. Ben de bir sabit gelirli olarak bunu sık sık yaparım.  

O gün portakal suyunun geri dönüşüne o kadar sevinmiştim ki sonradan kendimi de yadırgamıştım. Ne vardı ki bu kadar sevinecek? Düşündükçe fark ettim ki senelerdir varlığına çok alıştığımız bu otobüsler bir portakal suyundan daha fazla şey ifade ediyordu benim için. Sık sık el değiştiren dükkanların yaşattığı bir tekinsizlik duygusu vardır. Önünden her geçişinde bir kasap olduğunu görürsün, bir manav. Sevilmez böyle dükkanlar. Güven vermez müşterisine. Yıllardır orada sabit kadem duran otobüslerin yokluğu da bende böyle bir his oluşturmuştu. Hiç olmadıysa, zihnimdeki kitap-simit-portakal suyu kompozisyonu hasar görmüştü. Şu yalan dünyadan alacağımız kâm devlet eliyle hiç edilmişti. Nihayetinde küçük bir dünyam vardı ve neresinden bakılırsa bakılsın önemsiz biriydim. Benim bu küçücük konfor alanım demek ki devletlileri rahatsız etmişti. Evet tuhaf gelebilir ama durum benim cephemden bu kadar arabesk görünüyordu. Rica ederim, senelerdir orada görmeye alıştığınız dükkanın kapandığına tanıklık etmek az şey midir? Bir dostu her daim bıraktığın gibi bulmak önemsiz bir hal midir? Bilakis, hayatı katlanılır kılan tam da budur. Allah vermesin her gün otobüse bindiğin durağın yeri bile değişse insan bir hoş olmaz mı? Ademoğlu'nun zihnindeki düzen bozulmaya görsün, değme hastalıklar bundan çıkar alimallah! 

Mustafa Çiftçi'nin son kitabı Kalfa Uykusunu okurken aklıma bu tuhaf portakal suyu öyküsü geldi. Acaba portakal suyunun sahalara dönüşüne başka sevinenler de var mıydı? Kitap küçük ve şehirli hayatım üzerine düşünmeme vesile oldu. Artık portakal suyu otobüslerinin dönüşüne sevindiğim için kendimi suçlu hissetmiyorum. :)  

Bu yüzyılda yaşıyor olmayı kriz olarak mı yoksa bir fırsat gibi mi değerlendirmek lazım bilmiyorum ama beslendiğimiz netameli kaynaklar yüzünden kendimizi baskın yiyen Amerikan Kongre binası için sevinirken bulmak bana garip geliyor. Demokrasinin geleceği için endişelenmek yahut aslını astarını hiçbir zaman öğrenemeyeceğimiz politik mevzularda can dostlarımızla tartışmak lüzumsuz geliyor. Bunun yerine portakal suyu döndü diye sevinmek daha insani...Aktüel meseleler kendini tekrar etmeyi çok sever. Şimdi haberleri takip etmeyi bıraksan ve bir sene sonra ne oldu acaba diye baksan eminim hiçbir şeyin değişmediğini söyleyeceğiz. Zira zarların hileli olduğunu herkes biliyor. Bu nedenle portakal suyunun dönüşü çok önemli.   

Hemşerim Mustafa Çiftçi zarların hileli olduğunu uzun zamandır bilen yazarlardan. O da bir gazeteci ama aktüel anlatıların peşinden gitmek yerine kendi gündemi ile meşgul olmayı seviyor. İyi de yapıyor. 

Mustafa Çiftçi'yi Gönül Dağı dizisinden bilenler bilir. Kendisi diziye ilham veren bozkır hikayelerinin müellifidir. Hikaye dedin mi memlekette akla gelen isimlerden biridir. Kitaplarını bulmak, okumak lazımdır. Bozkırda 66 naçizane favorimdir. :)) Epeydir bekliyordum. Bir şeyler yazsa da okusak, ağzımız tatlansa diyordum. El an yetişti. İlaç gibi geldi. 

Kalfa Uykusu, Çiftçi'nin son kitabı. Kendisi kitap için edebi deneme dese de okudukça satır aralarından sızan ve kitabın sonuna doğru iyice kristalize olan bir hikayeyi görmek mümkün oluyor. Hikaye kitaplarındaki kurmacadan burada eser yok. Kurmacadan uzak tüm sadeliği ve gerçekliği ile yazarı kitapta görmek mümkün. Gazetelerin üçüncü sayfalarını dolduran insan hikayelerini okumayı öteden beri sevdiğini söyleyen Çiftçi bu kez kendi hikayesini anlatmış. Hemi de şıkır şıkır bir sadelik ve kaymaklı dondurma kıvamında...

Kitabı okuyacaklara hemen iki tavsiyede bulunmalıyım. Birincisi: Kitaptan edebi haz alabilmek için azami üç oturumda okumalısınız ve oturumların arası 45 dakikayı geçmemeli. Yani kitap günün bir yarısında bitmeli. Öyle sabah biraz akşam biraz, yolda biraz belde biraz okuyacaksanız hiç başlamayın daha iyi. Bütüncül bir okumanın bu kitabı tatlandırdığını düşünüyorum. Zira  kitap helva gibi ve açıkta bırakmaya gelmez. Maazallah sözcükler kuruyuverir. İkinci tavsiyem ise şöyle: Uykunuzu almış vaziyette ve berrak bir zihinle oturun kitabın başına. Zira kitap ayrıntıda gizli. Gözden kaçacak bir satır bile önemli. Büyük hikayeyi görmek her durumda mümkün ama satır aralarında zeka terleten espriler var ve bunları kimse kaçırsın istemem. :) 

Kalfa Uykusu; kültür dünyamız, hayatımız ve memleketimiz şeklinde tesmiye olunabilecek üç bölümden oluşuyor ancak bir bölümden diğerine geçtiğinizi anlamak handiyse imkansız. Sanki uzun yolda birbirine çok benzeyen bir ilçeden diğerine geçmiş gibi oluyorsunuz. Yazılar birbiri ardı sıra okundukça yazar kendisini okurun zihninde inşa ediyor. Hele taşrada yaşamışsanız yazarı epeydir tanıdığınız hissiyatına kapılmanız an meselesi.
 
Çiftçi, anlattığı insanlara, mekanlara ve duygulara hayranlık verecek ölçüde hakim bir yazar. Eğer Maslov yaşasaydı "elindeki tek araç çekiçse her şeyi çivi gibi görmeye başlarsın" sözünü bu gibi durumlar için söyledim derdi. Yazarın hassas kişiliğinden de mülhem olduğunu varsayarak söylüyorum ki Çiftçi'nin elindeki tek araç hayatının her döneminde gözlemleri ve kalemi olmuş. Bu gözlem becerisinin yanına rafine bir dili koyunca ortaya bozkırda ne hissedildiğini anlatan bir yazar çıkmış. Besbelli ki Mustafa Çiftçi anlattığı hikayeleri akışkan bir bilinçle yazıyor. Okurken çok net bir biçimde yazarın yaşadığı yerde mutlu hissettiğini ve yazdıklarını da benzer bir mutluluk hissiyatı ile yazdığını fark ediyorsunuz. Çoklarına karmaşık ve anlaşılmaz görünen, hatta korkutan bir ormanda elini kolunu sallayarak ve ıslık çalarak yürüyor Çiftçi. Anlattığı dünyayı çok iyi tanıyor ve burada mutlu. Adeta "dokunman bana, varın gidin az ötede oynayın, gelmeyecem İstanbul'a Ankara'ya" der gibi. Taşrada olmayı ve taşrayı anlatmayı seviyor. Buna rağmen mütemadiyen gidebildiği bir berberi olmayışı hakikaten can sıkıcı. :))

Peki Kalfa Uykusu ne anlatıyor? Kitabın içeriğinden bahsedelim biraz. Kitapta onlarca farklı başlıkta yazılmış deneme var. Yazılar sair zamanlarda yazılmış ve birbiri ile ilgisiz konular. Evvelce bir internet sitesinde yayımlanmış da bu kitapta bir araya getirilmiş yazılar olabilirler. Ne gam. Konular arasında yazarın brokoli ile imtihanı da var ölüm algısı da. Oskar almış bir filmde ellerin bulduğu ama yazarın bulamadıkları da var, bir romanı üçüncü kez okumuş birinin hissiyatıda. Sobalı evde uyuyup uyanmanın neye tekabül ettiği de var, ilk matbuat girişimlerinin yaşattığı sükutu hayal de...Bunu yaparken ise nevi şahsına münhasır bir dil ile yapıyor. Yazarın tarzını güzelleştiren bu olsa gerek. 

Şöyle uzaktan bakıldığında yazılanların hiçbir kıymeti harbiyesi yok. Yaşamı kolaylaştıran yahut bir gelir elde etmeye yarayan bir yanı yok. Uyduruk bir kamera ile çekilmiş orta kalibrede bir youtube videosu kadar işlevsel bile değil. Bir Yusuf Masalı'nda Yusuf ile Şivekar ilk kez karşılaştıklarında İsmet Özel "burada edebiyatın bize yardım edemeyeceğini" söyler. Biz yenilerin ise alt dudağını ısıracağını ve terleyeceğini...Mustafa Çiftçi'nin edebiyatı ise burada mutlak bir yardım saiki ile bulunuyor. Yaşama bilgece bakmak ve olanı olduğu gibi görmek. Tabii alt dudağımızı ısırtacak bir gözlem gücüyle...

"Ama sevmek çok koyu bir kelime. Arkadaşlarım "koyu kelime" ne demek bilmiyorlar. Onlara tek tek anlatıyorum. Bazı kelimeler koyudur. Kıvamı katı bir nesneye yakındır. O kelimeler çok anlam içerir. Su kattıkça çoğalan meyve suları gibidir.Örneğin, şiirler çoğunlukla koyu kelimelerdir. Kendisi küçük, manası büyük kelimelerdir.....Seviyorum demek de koyu kelimedir..."   







10 Şubat 2021 Çarşamba

EMPEDOKLES'İN DOSTLARI NEREYE VARMAK İSTEMEKTEDİR?

Ali Emre'ye

Tagore'un "Doğan her çocuk Tanrı'nın insandan ümidini kesmediğini gösterir." mealinde bir sözü nakledilir. Tagore bu sözü etmekle ihtimal ki kendine insanın en önemli ihtiyacı ve verili bir görevi olan "ümitli olmayı" hatırlatıyordu. Değilse Tanrı adına konuştuğunu varsaymamız gerekecek. Zira Tanrı'nın bir insan teki daha yaratmakla muradının ne olacağını teorik olarak bilebilmemiz mümkün değildir. Tagore ise bir insan olarak doğru olanı yaptığını düşünüyor olmalı? Hatta yapılması gereken ne ise onu yapmış bile denebilir. Çünkü kendimizle ve gezegenimizle ilgili pozitif bir gelecek ummaktan daha güzel bir "zihinsel/duygusal haz" olduğunu sanmıyorum. Belki de Tanrı'nın kullarından hala ümitli olduğunu düşünmek bile kendi başına Tagore'nin göğsünü genişletmeye yetmiştir? Kim bilir?

Göğüs genişliği...İnsanın dünyadan hep istediği şey bu değil mi zaten? Hayatın hep yolunda gittiğini bilmek, dükkanın işlediğini, faturaların ödendiğini, kargonun söylendiği gün geldiğini, trafiğin mütemadiyen akış halinde ve tüm aile fertlerinin sağlığının yerinde olduğunu bilmek; hastaneye giden yolları hiç tüketmemiş olmak, canın çektikçe dağa, denize kaçmak, radyoaktif bir sızıntı ihtimalini, nükleer bir savaşı yahut evler yıkan şiddetli bir depremi aklından dahi geçirmemek...Hatta attığın tivitlerin binlerce kez beğenildiğini görmek... Şüphe yok ki bizim gibi ölümlülerin göğsünü genişletecek şeyler bunlardır. Ne ki modern, hatta artık modern ötesi şeklinde tesmiye olunan insanın kısa denilemeyecek bir süredir göğsü sıkışıktır. Özellikle son bir yıldır felaketler ve facialar onun hayatının rutinleri arasında dolanıp durmaktadır. Bir süredir sele, yangına, depreme, salgına, cinayetlere, patlamalara ve türlü çeşitli facialara karşı hiç istemediği bir bağışıklık kazanmıştır. Mezkur insan tipini hangi insanlık felaketinin şaşırtacağını kestirmek maalesef artık çok güçtür. Çağın insanı şu mottoyu sorgusuz sualsiz kabul etmiştir: "Tüm felaketler ihtimal dahilindedir ve ihtimal dahilinde olmalıdır." Şaşıracak ne kaldı ki?

Yukarıdaki satırlar her ne kadar "gerçekliğin sınırlarında" dolanıyorsa da daha tuhaf olanı bunca faciaya antrenmanlı olan aynı insan tipinin "şunun şurasında ölümsüzlüğe ne kaldı, azıcık daha dişimizi sıkalım ne var, bilim adamları çalışıyor?" fikrine de akşam sabah alışmasının an meselesi olmasıdır. 

Amin Maaoluf'un son romanı Empedokles'in Dostları, başına gelen hiç bir şeye şaşırmayan hatta makul ve kabul edilebilir bulan; şehri tüketmiş, modern olan ne varsa bünyesinde eritmiş ve sonunda atomize olmuş insanı anlatıyor. Romanın pekala yalın, akışkan ve dikkat çekici düzeyde incelikle işlenmiş bir dili var. Pek çok romanda, okumasan da olur dediğim bölümler vardır. Kitabın o bölümünde dinlenirsin. Zihnin başka meselelerle ilgilenebilir. Kitabın içinden çıkmışsındır ama kitaba dair bir şey kaçırmazsın. İşte bu dinlence anları Empedokles'in Dostlarında yok. Okurken dalıp gideceğim anları çok yokladım ama ne mümkün. Asla olmadı. Bu yüzden romanın ilk halinin daha uzun olduğunu, neden sonra Maaoluf'un daha kompakt bir hale dönüştürmek için özellikle çalıştığını düşündüm. Bu haliyle fazladan kullanılmış bir sözcük yok dense yeridir. Belki de yanılıyorumdur?   

Yanılmadığım bir şey var. Emin olduğumu bile iddia edebilirim. Amin Maaoluf bana kalırsa sıkı bir Netflix takipçisi. Romanın künyesinde Paris baskısının 2020 yılında yapıldığı yazıyor. Sanıyorum yazar korona virüs nedeniyle evlere kapandığımız günlerde aşırı dozda diziye maruz kaldı? Zira en başından romanın konusu bir Netflix dizisine ilham olacak noktada duruyor. Yazarın kurguladığı distopik evrendeki dilbilgisi kurallarına iddiasız bir Netflix dizisinde bile rastlamak çok olası. 

Nörobilimciler kimi öğrenmelerimizin beynimizde yepyeni nöral yolaklar oluşturduğunu, kiminin de mevcut yolaklara eklemlendiğini söyler. Eğer evvelce bildiğimiz bir mevzuda yeni bir şey daha öğreniyorsak mevcut nöronlar devreye girer ve önceden üzerinden yürünmüş yollar genişletilir. Empedokles'in Dostlarındaki karakterler ve mekanlar asgari düzeyde sinematografik nörona sahip birinin zihninde saniyeler içinde kendine bir karşılık bulacaktır. En azından ben de öyle oldu. :) Handiyse karakterleri ve mekanları beynimde hazır buldum. :)   

Yazar belki de bu bilindik nedenle mekan ve karakter tasvirine pek bulaşmamış. İyi de yapmış. Söylediğim gibi romanı okurken karakterler ve davranışları beni farkında bile olmadan, önce V for Vendetta'ya sonra La Casa de Papel'e ardından Black Mirror ve türdeşlerine götürdü. Dövüşlü film kategorisinde değerlendirdiğimiz ve Amerikan başkanının kaçırıldığı, esir alındığı, politik günahlar işlediği sahnelerle dolu bilincimiz Empedokles'in Dostlarını belki de hiçbir yeni nöron bağlantısı kurma zahmetine katlanmadan yerli yerine koyacak?


Kitabın omurgasında bilincimiz zorlanmayacak fakat aynı çağda yaşadığımız bir yazarın kaleminden içinden geçtiğimiz günlerin anlatılışına tahammül etmek o kadar da kolay olmayabilir. Zira yazar hayranlık verici bir ironi yaparak taşıyıcı karakterlerini nüfusu yazıyla ve rakamla "iki" olan bir adaya konduruveriyor. Sağdan say iki, soldan say iki. Ve tüm dünyayı kuşatan bir olguyu ada sakinlerinden birinin gözünden anlatıyor. Sonra bu yalnızlığın başkenti denilecek küçük adaya tüm kutsallığı, aşkınlığı, çirkinliği ve "göğüslerde yarattığı boşluğu" ile hayatı gönderiyor. Ne oluyorsa da ondan sonra oluyor zaten. Romanın burasında yazar, evrensel eleştiriler yapmaya başlıyor. Gayet latif, berrak, anlaşılabilir ve ölçülü eleştiriler. Kendi ellerimizle inşa ettiğimiz uygarlığımızın melali üzerine düşünmeye ve en azından kapısının önünü süpürmeye okuru ikna etmeye gayret ediyor.  

Uygarlığımız üzerine düşünmeyi ise hakkında pek az şey bilinen filozof Empedokles'e bir kaç gönderme yaparak gerçekleştiriyor. Modern insanın yaşam karşısındaki duruşunu kendini bir volkanik kratere atarak ölen Empedokles ile ilişkilendirmeye gayret ediyor. Buradaki gayret ise "ne varsa eskilerde var" klişesinin çok ötesinde bir iyimserlik barındırıyor. Mezkur iyimserlik tablosu motivasyonunu intihar eden Empedokles'den alıyor ama yazar intihar olgusundan çok cesurca denebilecek bir erdemden bahsediyor. Ateşi duyumsayan ancak bundan korkmayan, elini ateşe uzatma cesaretini gösteren, daha güzel bir gelecek için ateşte yürüme korkusuzluğunu gösterecek insandan bahsediyor. Satır aralarında enikonu kutsanan Antik Yunan ise ideal bir saadet asrı olarak vurgulanıyor. Kitabın dünya ölçeğinde tartışılacağı nokta belki de döne döne Antik Yunan'a yapılan biat olabilir.  

Yazar yeni dünya kurgusunun hızını geçmişten alacağını varsayıyor ama verili durumu baş aşağı çevirmeden bir taze dünya oluşamayacağını da sık sık dile getiriyor. Bu baş aşağı çevirme durumu radikal bir bağlamda kullanılıyor. Yazarın ifadesiyle: "toptan temizlik." Tanıdık geldi mi? Evet dünyanın mevcut haline şifa olacağı vehmedilen ve bir süredir maruz kaldığımız "great reset" büyük sıfırlamadan bahsediyorum. Komplo teorisyenleri nüfus katliamından yahut ense kökümüze takılacak çiplerle dijital takipten bahsededursun küresel bir çıkışın yolunu toptan temizlik yapmakta bulanlar da var. Romandaki haliyle pekala iyi niyet içeren toptan temizlik algısı gerçek hayatlarımızda bakalım neye karşılık gelecek? Belki kitabın başında belirtildiği gibi bu berbat havanın açılması için bir fırtına gereklidir?

 
Roman boyunca canımı acıtan iki belirgin durumdan bahsetmem lazım. Birincisi modern dünyanın dayattığı "birey" algısı. İkincisi ise modern devletin hayatlarımızın her yerini kuşatması oldu. Neredeyse ıssız denebilecek bir adadasın ve zihinsel bir konfor alanı yaratmanın yolunu insanlardan uzaklaşmakta buldun. Dünyanın derdi nasıl olur da senin omuzlarındaymış gibi hissedersin? Bunca haberleşmek ne işe yarar? Bunca bilmek neye fayda sağlar? Kısa bir süre önce bir arkadaşım Amerikan parlamento binasının basıldığı gece uyumakta zorlandığını söylemişti. Neden? 12.000 km ötedeki bir abukluk sana ne yapabilir? Oradaki çirkinliği bilmek senin sadedil hayatını neden sabote edebiliyor? Okuduklarımız, dinlediklerimiz, çok uzaktan da olsa gördüklerimiz bizi hiçbir dahlimiz olmayan birtakım olayların tarafı yapabiliyor. Burada modern birey en basit haliyle ezilmektedir. 

İkinci detay ise devletlerin yaşamlarımızın kılcal damarlarında elini kolunu sallaya sallaya gezinmesi oldu. Bireyi yok eden, iradesini elinden alan, hemen her türlü kararı birey adına alan bir devlet. Hayatlarımızda devletin her köşe başını tuttuğu bir dönem daha olmamıştı. Romanda modern devletlerin kamusal pratikler  karşısındaki tavrı da konuşulmaya değer.     

Son tahlilde roman ontolojik sorgulamaların makul derinliğine kadar iniyor ve her zaman olduğu gibi insanın gezdiği tüm yollar kendi basitliğine/biricikliğine çıkıyor. Zira göğsünün genişlemesini arzulayan insan er ya da geç aradığı şeyin burada olmadığını anlıyor. Döne döne hep kendi sınırları ile karşılaşan insana kadim kaynaklar göğe bakmayı öneriyor. Göğe bakmak konuşmak gibidir, herkese iyi gelir. Belki göğsümüzdeki boşluğu yine doldurmayacak ama genişleteceğinden eminim.