9 Nisan 2023 Pazar

ÖLÜME ve GÜNEŞE ÇIPLAK GÖZLE BAKMAK

Ölüme ve güneşe çıplak gözle bakılamayacağını söyleyen bilge kişi görseydi de dilini ısırsaydı. Tamam abartmayacağım. Güneşten emin değilim ama ölüme dik dik baktığından artık iyice emin oldum. Eskiden de böyleydi aslında. Ölüm kadar sert olmasa da hayatın zorlayıcı yanları ona dokunduğunda, ah işte şimdi yere serildi dediğimizde ne yapar eder ayağa kalkar ve başka yerde değil kendi cılız omuzlarının üzerinde yükseliverirdi. Kavga eder, dayak yer, hırpalar, hırpalanır ama bir şekilde çıkıverirdi o hengamenin içinden. Neden sonra başa çıkamayacağı hiçbir şey olmadığına ikna oldum. Psikolojinin pek popüler ifadesi ile "psikolojik dayanıklılığı" olan birini görmek istiyorsan ona bak. Bunu kendi yaptı. Yeter ki hızını alabileceği bir rampa olsun. Arkana yaslan ve olacakları izle. 

Şaka değil, 20 sene evvel onu bulduğumda yine gözü yaşlı bir anın içindeydi. Ağlayan bir arkadaşına şirinlik yapıyordu. Liseyi bitirmesine bir sene vardı. Meraklı ve gevezeydi. Hoş sohbet mi deseydim acaba, bilemedim. Çünkü şimdi o koskoca bir yazar. Hem de ödülleri olan bir yazar. Henüz ilk kitabı yeni çıktı. Sanatçı alınganlığı için erken olabilir. Evet, geveze demeye karar verdim. :) 

Vildan şahane bir öğrenciydi. Hayatın ona verdikleri ile başa çıkarken zeka terleten bir mizah dilini kullanan, nöronlarının hızına bazen kendisi bile yetişemeyen, "bu çocuğun kumaşı çok iyi" dediğimiz öğrencilerden biriydi. Başarılı olamamak gibi bir seçenek onun için adeta hiç yoktu. Nitekim öyle de oldu. O şimdi, yıllardır öğrenci yetiştiren bir eğitimci ve henüz ilk kitabı yeni çıkmış, çiçeği burnunda bir yazar. 

Çizgide Bir Kukla Vildan'ın ilk kitabı. Kitap, on iki hikayelik bir kompozisyondan oluşuyor. Kompozisyon diyorum zira hikayelerin özenle seçildiği aşikar. Her biri birbirinin üzerine eklemlenen ve en sondaki Aziz'in hikayesi ile cilası çekilen bir imar planının içinde yol alıyorsunuz. Zira yazar, hikayelerinde -besbelli- kendini onarırken bir yandan da okuyucunun zihninde bir "hayata bakış" fikrini imar ediyor. Bir öneride bulunuyor. Hatta, hüzün ve neşenin bir arada olabileceği bir yaşam önerisinde inatla direniyor. Her yanı rengarenk, ışıl ışıl bir hayatı gerçekçi bulmadığından mıdır yoksa her şeyin yolunda gittiği böylesi bir hayatın onu korkutmasından mıdır bilemiyorum ama ölümün ve yalnızlığın ve umudun bir arada bulunması gerektiğinin altını ısrarla çiziyor. Modern insanın kaçtığı, yüzleşmek istemediği, tahammül etmekte zorlandığı hangi duygu varsa köşe bucak dememiş aramış ve bulmuş. Derlemiş, toparlamış, kendi imbiğinden geçirmiş ve birbiri ile ilgisiz görünen on iki hikayenin içinde okurun üzerine boca etmiş. 

Boca etmiş demem boşuna değil inanın. Zira kitap bittiğinde yüzünüzde oluşacak hüzünlü tebessüm, binlerce yıldır ademoğlunun yaşadığı her farkındalık anında yüzünde oluşuveren tebessümün aynısı. Bu gülüş kimi hikayede müstehzi, kiminde genişçe, kiminde ise hüzünlü oluyor. Ama hep orada bir yerde duruyor. 

Kitabın içinde Çizgide Bir Kukla başlıklı bir hikaye yok. Ancak isim-kapak ve on iki hikayeyi yanyana koyduğunuzda on üçüncü hikayenin kapak ve isim olduğunu şıppadak anlıyorsunuz. Kapakta az önce yaşadığı hayal kırıklığına ikna olmaya çalışan, belki de başa çıkmak için içsel motivasyonunu yükseltmeye çabalayan bir kukla var. Nasıl yorumlarsan yorumla ama bu kukla net bir şekilde üzgün. İçerideki öykülerin handiyse tamamının baş karakteri ise mezkur kuklanın yaşadığını yaşamış insanlar. Hepsi evvelce düşmüş, dizleri-dirsekleri kanamış insanlar. Hepsinin de kendini onarmak gibi bir motivasyonu var. Bana kalırsa yazar tam burada duruyor. Tam burada duruyor ve hayatın verdiklerine karşı yüksek sesle bir şey söylüyor. Yaşama tutunmak ve devam etmek için bağ kurmanın, iletişimde olmanın, hayatın içinde akmanın, hareket etmenin, yaşadığını bilmenin ve en önemlisi ötekine dokunmanın sağaltıcı gücünü vurguluyor. Ta ki Aziz'in Hikayesine gelinceye kadar. Kitabın bu son hikayesinde yazar (galiba Vildan demeliyim) hayatı tüm hüznü ve neşesi ile kucaklamayı öneriyor. Dikkatli okur Aziz'in Hikayesinin alt metninde akan ironiyi, yazarın kendi ile dalga geçişini ve ölüm ve yaşam karşısındaki duruşunu görecek ve bundan keyif alacaktır. Yaşamın bunca zorluğuna rağmen ölüme ve güneşe çıplak gözle bakabilmek nasıl mümkün olabilir bunu anlayacaktır. Zira kahramanın elinden kayıp uçuşmaya başlayan kağıtlar hayatlarımızın bir yanını, düştükleri manidar yer ise öte yanını temsil ediyor. Tüm gerçekliği ile hayat işte burada akıyor. Böyle yaşanıyor. Ölümle ve umutla. Hüzünle ve neşe ile...Ölümle ve güneşle...

Hikayeleri okurken "azıcık daha uzasa" deyip durdum. Nedense yazarın bir roman yazması gerektiğine ikna olarak da kitabı bitirdim. Esasen hikayelerin sınırları olması hiç hoşuma gitmedi. Sanki yazar hızını almış giderken birilerinin "yeter uzatma, okur sıkılır" diye sık sık uyardığı hissine kapıldım Şöyle geniş, şöyle ferah, şöyle feza sayfalarda yeni yeni karakterler yaratsa diye içimden geçirdim. Zira hikayelerin bir kısmında karşımıza çıkan ve bir anda kendimizi içinde bulduğumuz Yeşilçam'dan  mülhem atmosferleri anlatmanın yazarın da hoşuna gideceğini düşünüyorum. Ahşap konsollar, Ayten Alpman plakları, sabit telefonlar, Kemal Kotonlar, Falcı Fikolar...) 

Son tahlilde Çizgide Bir Kukla kendi içinde bütün ve en hasbi ifadesiyle "derdi" olan bir kitap olmuş. İnsan, dilinin altında gizlidir diyen erenler bir kez daha haklı çıktılar. Hikayeler anlatan bir yazar da şüphe yok ki satır aralarında gizlidir. Ben bakınca bunu gördüm. İnsan insana iyi gelir diyen, insan insana şifadır diyen, insan insanda kendini bulur diyen bir hikayeler dizini...Yaşamı olduğun gibi değil, olduğu gibi kabul et. Hüznü ve acıyı bal eyle, neşeyi ve sevinci kucakla diyen bir yaşam önerisi. Eline yüreğine sağlık küçük kız, büyük yazar.  

 





13 Aralık 2022 Salı

ZOR OLANI SEÇ, DAR KAPIDAN GEÇ

Günlük yaşamında da öyle. Kitabın ortasından konuşmayı seviyor. Bana kalırsa bu bir varolma biçimi. Onun bu özelliğini elinden alın üç gün yaşayamaz. Böyle böyle imar ediyor dünyayı/dünyasını. Çok defasında bir konu hakkında ne düşündüğünü öğrenmesi için o konuda konuşması gerekiyor, bazen kendi fikirlerini o esnada konuşurken öğreniyor ve bazı şeyleri ilk defa kendinden duyuyor. Tuhaf gelmiş olabilir ama öyle. :) Konuşmak, anlatmak ona iyi geliyor. Dudaklarından döküleceklerden o kadar emin ki, bir konuda yekten fikirlerini serdetmekten zerre miskal çekinmiyor. Kitabın ortasından konuşuyor, lafa yekten giriyor, ne diyeceğini kendisi de bilmiyor filan dedimse sakın bir yanlışa, bir önkabüle düşmeyin, hata edersiniz. Yaslandığı yerden o kadar emin ki, yola çıktığı nokta o kadar kadim ki, üzerinde yükseldiği kaya o kadar sağlam ki; neyden çekineceğim allasen demesin de ne yapsın?   

Zira Şirvan Hocadan bahsediyorum. Bir yaklaşımdan, paradigmadan ve bir duruştan...Evet kitabın ortasından konuşuyor çünkü kitabın başını da sonunu da evvelce okumuş. Bu hikaye nereye gider başından beri biliyor. Gölgesinde dinlendiği ağacın oraya yeni dikilmediğinden ve kökünün dallarından daha sağlam ve derinde olduğundan emin. Şirvan Hoca öyle. Bir eminlik hissi üzerinden kurguluyor hikayesini. Bir eminlik hissi ile inşa ediyor karakterlerini. Yan yollara sapmıyor hiç, kestirme yol nedir lügatinde yok. Zor olanı seçiyor ve dar kapıdan geçiyor.  

Bu eminlik hissi kılcal damarlarına kadar işlemiş hocanın. Uzun yolu o kadar çok seçmiş ki, yıllar içinde zihninde oluşan nöral otoban sekiz şeritli ve kaymak gibi bir yola dönüşmüş. Bir şeyden emin olmazsanız bu kadar sık tekrar etmezsiniz öyle değil mi? Bu davranış onda adeta kemikleşmiş. 

İyi de olmuş, zira son kitabı Saklı Asa'yıda aynı kafa konforu ile okuyorsunuz. Kitabı açtığınız anda kendinizi hikayenin içinde buluveriyorsunuz. Uzun ve sıkıcı tasvirler, incik boncuk betimlemeler yok. Karakterlerin adı, fiziksel özellikleri, hikayenin geçtiği zaman vb. detaylar yok. Dikkatli okur, kitabın alt metinlerinde bir yerde hikayenin "bizim memlekette" geçtiğini anlayabilir ama daha ötesi yok. Yazarın bu kasıtlı seçimi önemli, zira yazar, okurun mutlak mesaja odaklanmasını istiyor. Yersiz detayların okurun dikkatini dağıtmasından çekindiği için mesajını aktarırken çıt çıksın istemiyor ve adeta parmak uçlarında yürüyor. Aktarmak istediği şey yine aynı. Dosdoğru olduğunu bildiği bir uzun yol var ve "lütfen uzun yolu seçin" deyu okuyucusuna sesleniyor. Küçük hesaplar yapmayın, hayalci olmayın, kısa yol aramayın ve lütfen uzun yolu seçin. 


Kitabın adı Saklı Asa ancak kitapta gizli saklı hiçbir şey yok. Hoca'daki eminlik hissi buraya da sirayet etmiş. Hoca handiyse kitap boyunca "gizli saklı bir şey yok, apaçık görünene, burada olana odaklan" diyor. Bunu da o kadar güzel yapıyor, çağın insanını o kadar güzel fırçalıyor, zarafet içinde kulağını çekiyor ki...Kitap bittiğinde "iyi oldu be, hiç hoşumuza gitmeyen şeyler okuduk ama kulağımızın çekilmesi de gerekiyormuş" hissi yaşıyorsunuz. Çünkü Hoca, yepyeni bir şey söylemiyor. Zaten sende olanı, yine senin önüne koyuyor. Ne ararsan kendinde ara diyor ve yalnızca o eminlik hissinden aldığı güçle sana "doğru olanı" hatırlatıyor. 

Esasen Saklı Asa, satın aldığı her şeyi mutluluk zanneden modern insan için bizzat eczacı tarafından hazırlanmış bir reçete. Hocanın da aslen eczacı olduğu bilgisini verirsek reçetenin ehil eller tarafından hazırlandığını herkes bilmiş olur. Kitaptaki felsefi dil ise hocanın bilim felsefesi kariyerinden kaynaklanıyor. Güzel bir kompozisyon öyle değil mi? Medikal olanla felsefi olanın mezcedilmesi sonucunda ortaya insana şifa veren bir reçete çıkmış. 

Saklı Asa hayatta istediklerine ulaşmanın kısa yolunu arayan bir üniversite öğrencisinin içsel yolculuğundan bahsediyor. Hazcı koşu bandına binmiş, koştukça terleyen, koştukça yorulan ama hiçbir yere gidemeyen bir gencin hikayesi. Aradağı şeyin bir kitap olması ve mayasında bulunan insani güzellik dışında genci özel kılan bir şey yok. Locke'nin ifadesi ile o bir tabula rasa.:) Bu haliyle genç, çağımızın idealize ettiği "insan modelinin" bir kopyası gibi algılanabilir. Kitabın ne olduğunu bilen, yazar çizer takımını takip eden, hatta kitapçı gezen ancak raflar arasında birden beliriverecek ve ona gülümseyerek "evet doğru kitap benim, beni al ve hayatın sırrını öğren, tüm dileklerin gerçek olsun" diyecek bir kitabın varolduğu vehmi ile yaşayan bir insan modeli...Mezkur gencimiz de böyle...Bir kitap okudum ve hayatım değişti diyen Orhan Pamuk'un karakterinin aksine bir kitap bulursam (okursam değil, bulursam :)) hayatım değişecek diyen modern bir "omurga." Neyse ki pek çok Doğu hikayesinde olduğu gibi karşısına bilge bir ihtiyar çıkıyor ve genci varoluşa dair bir sorgulamanın içine girmesi için yüreklendiriyor. 

Şirvan Hocayı takip edenler ne düşünür bilmem ama Saklı Asa hocanın iç yolculuğu açısından manidar bir yerde durmuş gibi görünüyor. Temelde hoca bir bilim adamı ve nedenselliği önemseyen biri. Ne ki hikayedeki mistik ve zaman zaman satır aralarından sızan uhrevi hava dikkatlerden kaçmıyor. Özgür iradeye yaptığı beşte iki-beşte üç atfı ve aradığın şeyin dünyada olup olmaması ile ilgili döne döne yapılan vurgular beni böyle düşünmeye sevketti. Bu nedenle hocanın bir sonraki hikayesini şimdiden merak etmeye başladım. Zira Şirvan Hoca'nın bilimsel/nesnel bir yanı olduğu kadar görünmeyeni de hisseden rikkat sahibi bir kalbi olduğunu düşünenlerdenim. Kimbilir belki bir sonraki hikaye öteler hakkında bizi düşünmeye sevkeden başka bir macera olabilir.     








  

9 Temmuz 2021 Cuma

DALGALAR, FREKANSLAR, ENERJİLER HEP BİZDEN YANA...

 Hayat beklediğimiz gibi değil, olduğu gibidir.

Hepimiz bunu yaparız. Yeni tanıştığımız birini zihnimizde koyacak yer ararız. Çünkü zihnimizde şablonlar vardır ve tanıştığımız kişiyi hazır şablonlardan birinin içine tıkıştırıveririz. Her insan için ayrı bir şablona ihtiyaç duyulmaz. Genellikle birbirlerine çok benzediklerinden mevcut şablonlardan birinin içine kolaylıkla otururlar. Kimileyin ise öyle insanlar çıkar ki karşınıza zihninizdeki şablonların hiçbirine oturtamazsınız onu. Sağından solundan ezer bükersin de girmez Allah girmez. Böylesi insanlar için zihinlerimiz hemen direnişi bırakır ve yepyeni bir şablon tasarımı yaparlar. Sadece ona özel, taptaze ve şıkır şıkır bir şablon. Bu insanlar genelde başlarının üzerinde bir hale ile dolanan kimselerdir. Çünkü seni, yeni bir şablon tasarlamaya itecek kadar nevi şahsına münhasır ve etkileyicidirler. Mezkur haleyi görenler onu şıppadak tanırlar. 

Bilinçsel Kırtasiye'nin Bcafesinde yakın zamanda rastlaştık kendisiyle. Ortak dostumuz Kemal Bayram abi ayarlamadıysa spontane bir tanışıklıktı. Yan yana düşüverdik kalabalığın içinde. Doğrudan lahmacun mu istemeliyiz yoksa mantar çorbası ile mi başlamalıyız gibi hayati bir soru hakkında konuşurken birden kendimi kadim felsefi soruların içinde buluverdim. Lahmacunlar bitti, tatlılar gövdeye indirildi ve çaylar içildi. İşte sözünü ettiğim şablon da o esnada zihnimde oluşuverdi. Çünkü bu adam yepyeni bir şablonun açılmasını adeta zorluyordu. Şirvan Hoca konuştukça ısınıyor, ısındıkça açılıyordu. Şahane bir gün geçiriyordum. 



Şirvan Hoca 25 yıldır Türkiye'deydi ve gördüğüm kadarıyla bu coğrafyanın kodlarına fazlasıyla hakimdi. Zaman zaman görünür hale gelen  ancak sadece dikkatli kulakların fark edebileceği Azeri lehçesi olmasa bildiğin Yozgatlı diyeceğim biriydi. Anlatmayı, konuşmayı, paylaşmayı seviyordu.  Sonraki görüşmemizde kendisi için "benim işim sadeleştirmek" dese de bende sadeleşen bir şey olmamıştı. Bilakis mevcut zihinsel karışıklığımı sadeleştirmek yerine ekşi sözlük yazarları gibi yeşillendirmeyi başarmıştı. İyi de yapmıştı. 

Anooshirvan Miandji, ya da arkadaşlarının ona seslendiği haliyle Şirvan Hoca kısaca ilham veren biri. Zihnimde onun için açtığım şablona mütemadiyen eklemeler yapıyorum. Birkaç gündür Aromatik Adam isimli epistemik romanını okuyorum ve bir süredir Şirvan Hoca'nın zihinlerde yaptığı şeyin ne olduğunu anladım. Tanrı'nın kendisi ile ilgili muradının "sadeleştirmek" olduğunu vehmetse de ona katılmıyorum. Hatta tam tersini düşünüyor olabilirim.  

Öykü bu ya. Padişaha iki yavru doğan hediye etmişler. Doğanlardan biri kısa sürede yaman bir avcıya dönmüş. Yükseklerde uçuyor ve kanatlarını açtığında görkemli bir kuşa dönüşüyormuş. Öteki doğan ise bir dala tünemiş vaziyette duruyor, yemi geldiğine yiyor, suyu geldiğinde içiyormuş. Padişah bir gün, bu sünepe kuşu görünce "işin ehlini çağırın da şu kuşcağızı doğan etsin" demiş. Gelen adam çok kısa bir süre içinde kuşu atak bir avcıya dönüştürmeyi başarmış. O da yekdiğeri gibi avcılık yapıyor, yükseklerde uçuyormuş. Padişah ehil kimseye bunu nasıl yaptığını sorunca adam kısa bir cevap vermiş: Tünediği dalı kestim. Şirvan Hoca'nın yaptığı şeyin daha çok bu olduğu kanaatindeyim. Konfor alanında yatmaktan sağında solunda yatak yarası çıkan insanların tünediği dalı kesiyor ve onları uçmak zorunda bırakıyor. 

Sözgelimi Aromatik Adam romanı. Bu 190 sayfalık epistemik çalışmada tam bir "doğan eğitmeni" var karşımızda. Malcolm X'ten mülhem "uyuyanları uyandırmaya bir tek uyanık yeter" sözü bu romanda tam da hoca için geçerli hale geliyor. Şirvan Hoca bu kitapta insanlık kadar eski bir patolojiye işaret ediyor. Arı kovanına çomak sokuyor dense yeridir. Zira yine insanlığın konfor alanını zorlayan bir uyarı da bulunuyor. "Ben yanılabilirim" ama sizin sandığınız gibi de olmayabilir diyor. Hatta okkalı bir "sadeleştirme" yapıyor bile denebilir.


Aromatik Adam; bir düşünme metodunu inşa eden, öneren ve pratiğini yapan bir roman. Kitap, gizemli bir adamın tren vagonlarında hastalara şifa, dertlilere deva, borçlulara eda dağıttığı bir vasatta başlıyor. Olaya medyanın, emniyetin, halkın ve nihayet adliyenin müdahalesi ile de sona eriyor. Yazar, herhangi bir coğrafya yahut mekan ismi belirtmiyor olsa da olay örgüsünün memleket sathında gerçekleştiği gün gibi aşikar. Romandaki karakterlerin de ismi yok ama o kadar tanıdık, bildik karakterler var ki bir isimleri olsa ancak bu kadar olurdu. Zira romanın maksadı bir karakteri cilalamak yahut olayı parlatmaktan çok okura "aslında ne olduğunu" göstermek. Bu yanıyla roman amacına fazlasıyla ulaşmış görünüyor. 

Romanın çok başarılı olduğu bir başka nokta ise çektiği fotoğraflar. Hayır hayır roman resimli değil fakat yazar o kadar güzel açılardan fotoğraflar çekmiş ve yazmış ki olanı biteni tüm renkleriyle satır aralarında görmemek imkansız. İlgili bölümleri okurken şaşı bak şaşır temalı yanıltmacalar gibi karakterler sayfanın içinde beliriveriyor. Sözgelimi televizyonda bir açık oturum düşün ve program sunucusunun etrafında halelenen konuklar şöyle olsun: Bir fizikçi, bir gazeteci, bir doğa üstü olaylar uzmanı, bir kozmik şifacı, bir astrolog ve bir de doktor. Bu manzarayı hayal etmek, ekrandaki stereotipleri canlandırmak çocuk oyuncağı olmalı. Roman buna benzer çokça fotoğrafla dolu ve bu bölümleri okurken kıkırdamamak imkansız. Hele Şirvan Hoca'nın sesine, konuşmasına azıcık aşinaysanız çok keyif alırsınız. Hatta bu new age ıvır zıvırlar ilginizi çekiyorsa ekrandan üzerinize doğru gelen pozitif enerjileri, frekansları, dalgaları hissetmeniz işten değil. :) 

Yazarın okura uyarılarda bulunduğu, aman dikkat edin dediği hatta kulağını çektiği bölümleri tekrar tekrar okunacak kalibrede metinlerden oluşuyor. Özellikle son bölümde hocanın senelerin imbiğinden geçmiş cümlelerine sıkça rastlamak mümkün. İyi niyetle yapılmış bu kulak çekmelerin ortak bir teması var: Kapının önünü temiz tut! Zira hoca çok iyi biliyor ki bir Şapkalı Adam gidecek ve ötekisi gelecek. Bu nedenle kapınızın önünü temiz tutun diyor. Müsamere toplumu olmayın ve aynı hataları tekrar tekrar yaptıktan sonra farklı bir sonuç beklemeyin. 

Bu uyarılardan sonra romanın en sert bölümüne geçiliyor. Bana kalırsa emniyet kemeri bağlanılarak okunması gereken yerler bunlar. Zira yazar toplumun cenneti de cehennemi de içinde taşıdığını, ne olacaksa burada olacağını apaçık bir netlikle söylüyor. Hayat, beklediğimiz gibi değil, olduğu gibidir diyor. İşte bu noktada çok yerleşik bir paradigmayı sarsak iskelesinden düşürüveriyor. Hayatı katlanılır kılan olağanüstülüklerin, görünmez güçlerin, mitolojilerin, her an gerçekleşeceğine iman ettiğimiz mucizelerin yerine azmi ve çalışmayı koyuyor. Toplum gerçekle sahtenin ayrımını yapamazsa bu olağanüstülüklerin biri gider biri gelir diye de ekliyor. 

Son tahlilde kitap sahte bilimin, agnotolojinin ve çoğulcu cehaletin başa çıkılması  çokta zor olmayan işler olduğunu ve insanın aklını kullanması gerektiğini hatırlatıyor. Aromatik Adam'ın internet kullanan herkese okutulması gerektiğini düşünüyorum. Zira metotsuz bir şekilde bilgi bombardımanına zihnini açan modern insan kirlenmekten asla korunamıyor. Yazarın ifadesiyle eşekle atın farkını bilmeyen adama atı eşek diye satıyorlar. Bu nedenle suyun derinliğini ölçerken iki ayağını kullananlardan olmamak lazımdır.