2 Aralık 2018 Pazar

Aynı Fikirde Olmak İste(me)diğim Satırlar 3

İnsanlar sevgi, anksiyete, ümit ve kederle ilgili sorunlarına cevap bulmak için psikolojiye başvururlar. Peki cevap olarak ne alırlar? Ya fena halde basitleştirilmiş ütopyalar, her şey teste tabi tutulabilirmiş gibi çeşitli test zımbırtıları ya da her yana birtakım sözcükler saçarak problemi çözen teknik kitaplar. Aşk atılıp yerine seks konmuştur, anksiyetenin yerini stres almıştır, ümit yanılsamaya, keder ise depresyona dönüşmüştür. Kültürümüzde psikoloji diye bir bilim olmadığına ve bu disiplinin en başından külliyen bir hata olduğuna inanan Gregory Bateson gibi ciddi ve düşünceli insanlarımız olmasına şaşmamalı. 

Rollo May-Kafese Konan Adam
Okuyan Us Yayınları, 2018, Kasım

16 Eylül 2018 Pazar

Aynı Fikirde Olmak İste(me)diğim Satırlar 2

Alimler tarih boyunca bu açmazla karşı karşıya kalmıştır: İktidara mı hakikate mi hizmet ediyoruz? Herkesin aynı hikayeye inanmasını sağlayarak, insanları bir arada mı tutalım, yoksa ayrı gayrı düşmek pahasına, hakikati açık mı edelim? İster Hristiyan rahipler ister Konfüçyüsçü Mandarinler ya da Komünist ideologlar tarafından kurulmuş olsun, en güçlü ilmi kurumlar, birliği hakikatten üstün tutmuştur. Bu nedenle son derece güçlüydüler. 

Tür itibariyle insanlar iktidarı hakikate yeğler.....Bu yüzden hakikatin hüküm sürdüğü ve mitlerin kulak arkası edildiği bir toplum hayali kuruyorsanız, Homo sapiens'ten medet ummayın. Şansınızı şempanzelerle deneyin daha iyi. 

Yuval Noah Harari
21. Yüzyıl İçin 21 Ders

30 Haziran 2018 Cumartesi

Aynı Fikirde Olmak İste(me)diğim Satırlar 1

Sosyal dayanışma anlamında güçlü arkadaşlıklar, en çok insanların hiçe sayıldığı, ezildiği toplumlarda olur. Vatandaşın hakkının çiğnendiği, korkunun egemen olduğu, rüşvetin kol gezdiği toplumlarda torpil ve riyakarlık esastır. Torpilin esas olduğu toplumlardaysa kuvvetli dostluklar. O denli ki, ne olur ne olmaz bir gün ihtiyacım olur diye hafiften yağ da çeker, dostum diye şapur şupur öperiz olmadık insanları. Sonra da "Bunlardan dost olmaz, ne soğuk insanlar" diye, trenlerin her vagonunda tekerlekli sandalyeler için kaldıraç yok diye hükümetlerin düştüğü İskandinavya'nın sosyal devletlerinin insanlarını eleştiririz. Hastanede torpil, ilkokulda torpil, mezarlıkta torpil aranır. Torpil toplumlarında herkes birbirine gebedir. Hal böyle olunca Nasrettin Hoca'nın Timurlenk'e filini şikayet etmeye gitmesi misali, sesini çıkarmaktan, haksızlığı eleştirmekten korkar torpil bağımlı toplumların insanları. 

Gündüz Vassaf
Ne Yapabilirim?
İletişim Yayınları  

25 Mayıs 2018 Cuma

Mutsuz Olduğumuz İçin Zenginiz


Zygmunt Bauman, Yaşam Sanatı adlı kitabında servet sahibi olmak ile mutlu olmak arasında bir ilişkinin olmadığını söyler. Hatta servet arttıkça mutluluk yerine mutsuzluğun arttığını ekler. Modern çağın sandığımızdan daha geç başladığını hatırlatırken ise şöyle söyler: "Modern çağın insanın mutluluğu aramaya hakkı olduğunu beyan etmesiyle başlamış olma ihtimali her geçen gün yükseliyor."   

Bu noktada, gidilecek tüm yolların her nasılsa Mandıra Filozofuna çıkacağını hatırlatmalıyım. Bakın aşağıdaki alıntıda mutluluğumuz ile sahip olduklarımız arasındaki rahatsız edici ilişki ne güzel anlatılmış.  

“Bizim GSMH"miz hesaplamalarında hava kirliliğini, tütün reklamlarını ve otobanlarımızdan yaralıları toplamak üzere kullanılan ambülansları hesaba katar. Evlerimizi korumak için tesis ettiğimiz güvenlik sistemlerinin ve evlerimize gizlice girmeyi başaranları tıktığımız cezaevlerinin maliyetlerini kayda geçirir. Sekoya ormanlarımızın yıkımını ve bunlarının yerlerini genişlemenin ve kaotik kentleşmenin almasını içerir. Napalm bombalarının nükleer silahların ve kent kargaşasını zapt etmek için polisin kullandığı silahlı araçların üretimini içerir. Çocuklara oyuncak satmak için şiddeti yücelten televizyon programlarını kayda geçirir. Öte yandan, GSMH çocuklarımızın sağlığından, eğitimimizin kalitesinden ya da oyunlarımızın neşesinden söz etmez. Şiirimizin güzelliğini ve evliliklerimizin kudretini ölçmez. Politik tartışmalarımızın niteliğini ve temsilcilerimizin güvenilirliğini değerlendirmekle ilgilenmez. Cesaretimizi, aklımızı ve kültürümüzü dikkate almaz. Ülkemize duyduğumuz şefkat ve adanmışlık hakkında tek bir söz söylemez. Kısacası GSMH, yaşama cefasını değerli kılan şeyler dışında her şeyi ölçer.”

ZYGMUNT BAUMAN
Yaşam Sanatı



7 Şubat 2018 Çarşamba

Kadim Bir İnsanlık Sorunu: Yalakalık

Gezilerinden birinde Adolf Hitler yanındakilerle köyün hanına girer. Handa halktan kişilerin yanı sıra köyün ileri gelenleri ve yöneticileri vardır. Et yemediği ve alkollü içki kullanmadığı için Hitler içecek olarak kendine maden suyu ısmarlar. Bunun üzerine orada bulunan herkes garsondan maden suyu ister. Yalnız uzun masanın diğer ucunda oturan civar ahalisinden safça biri "Bira!" diye seslenir garsona. Yanında oturanlar dirsekleriyle dürterler adamı ve merak içinde çevreye dikerler gözlerini. Hitler adama dönerek seslenir: "Köyde ikimizden başka dürüst adam kalmamış anlaşılan."   

Resim yazısı ekle

4 Şubat 2018 Pazar

The Turin Horse Yahut Nietzsche'nin Sarıldığı At

"Karlı Bir Gece Vakti Bir Dostu Uyandırmak" şiirini İsmet Özel'in sesinden dinliyorum/izliyorum. Şair: "Kardeşlerim, bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan, yaklaşıyor yaklaşmakta olan" deyu kulağımdan çekedursun, gözüm, fonda kırçıl renkli bir atın rüzgara karşı koştuğunu gösteren müthiş çarpıcı bir videoya takılıyor. Sinematografik bakışım pek yoktur amma bu görüntü yakamdan kavrayıveriyor. Bu at da neyin nesi derken video hakkında yapılmış yorumlara bakıyorum. Yorumlarda okuduklarım beni bir filme götürüyor. The Turin Horse yani Torino Atı.    

İşte At bu!
Filmin kompozisyonuna şıp diye oturmuş.
Rivayet o ki; Nietszche üstadımız 1889 yılının bir kış gününde Torino sokaklarında gezinirken atını kırbaçlayan bir adam görür. Üstad bu manzara karşısında öyle içlenir öyle hüzünlenir ki kimse ne olduğunu anlamadan at arabasının üzerine atlar ve kırbaçlanan bu ata sarılıp ağlamaya başlar. Onu komşusu eve götürür ve yine rivayetlere göre iki gün boyunca katatonik halde yata kalır. Bu saatten sonra Nietzsche ablası ve annesi ile birlikte 10 yıl daha yaşar. At olayının önemli bir kırılma olduğu neredeyse herkesin ortak fikridir.  

Bu noktadan hareket eden Macar yönetmen Bela Tarr ise oturur ve Nietzsche'nin sarıldığı bu atın öyküsünü anlatmaya karar verir. Mezkur atın görüntüleri ise filmin açılış sekansını oluşturur. Bu ata ne olmuştur, sahibi kimdir, kimin nesidir bilen yoktur. Bu noktada da sinema devreye girer ve at için bir öykü yazılır. Yönetmen Tarr, kategorik olarak "sanat filmi" klasmanına giren bir film çeker. Öyle böyle değil ama bildiğiniz "sanat filmi". Bu uyarıyı yineliyorum çünkü önemsiyorum. Zira sanat filmi izlemek, öyle her aklı kesen adamın yapacağı iş değildir. 

Biliyorsun, sanat filmi klasmanındaki bu filmler klasik bir sinema takipçisinin aradığı pek çok şeyi veremeyen türdendir. Ne sürpriz son olur bu filmlerde, ne aniden öldürülen bir kahraman ne de tüm aile efradını doğrayan psikopat bir aşık. Her şey rasyonel ve beklendiktir. Bu filmlerin karakterleri; akşam olunca eve gider uyurlar, sabah olunca da uyanırlar. Öyle aksiyon filmleri gibi geceden sabaha devasa bir hangarda kötü adamlarla silahlı çatışmaya girmezler. Senin benim gibi kahvaltı da peynirli tost falan yerler.  İcabında o tost pişene kadar, hatta karakter tostunu yiyene kadar izlersin o sahneyi. Öyle ki; yönetmen yaşamın gerçekliğine vurgu yapacaksa -yahut da kafaya koyduysa- o kahvaltıdan sonra karakter işe gidene kadar izletir sana sahneyi. Dişlerini fırçalar, ellerini yıkar, ayakkabılarını giyer...Filmde oyuncu işine otobüsle gidiyorsa, uzun uzun camdan dışarı bakar. Sen de onunla beraber işe kadar gidersin. Bu filmlerin oyuncuları da filmler kadar gerçektir. Bu oyuncuları öyle her yerde göremezsin, sosyal medya hesaplarındaki takipçi sayıları bile hısım akrabalarının sayısı ile sınırlıdır. Tanınıp bilinmezler ama asıl oyuncu bunlardır.


Torino Atı tam da böyle karakterlerin yer aldığı bir film. Sanat filmi. Tam 146 dakika sürüyor ve sürekli aynı şeyleri izliyorsun. At, baba ve kız. Mütemadiyen esen ve artık insanın sinir sistemini yıpratacak kadar ısrarcı bir de rüzgar var. Görüntüler ise tek kelimeyle mükemmel. Gri bir çölün ortasındalar ve muhteşem sadelikte bir hayatları var. Modern zaman insanları tarafından pekala kıskanılacak bir yalınlık içinde yaşıyorlar. Bir insan yaşamak için asgari olarak neye ihtiyaç duyuyorsa o kadarına sahipler. İçmek için su, yemek için patates, giymek için iki kat elbise, döne döne okumak için bir tanecik kitap ve bir kaç parça alet edevat. Başkaca bir şey yok. Muhteşem değil mi? Talep ettikleri hiç bir şey yok, bir şeye sahip olmak istemenin yarattığı nevrotik kaygıyı ikisi de tanımıyor, arkadaşları bile yok. Hısım akraba hak getire...İşte film bu minvalde akıp gidiyor ve bana kalırsa her izleyici bu filmden heybesinin hacmi kadar nasiplenebiliyor. Zira "yönetmen ne anlatmak istemiş" sorusunun cevabı her izleyiciye göre değişecektir diye düşünüyorum.

Filmde en uzunu 6-7 dakika kadar süren bir diyalog sahnesi var. Burada 13,5 milyar yaşındaki dünyamızın kısa bir okuması yapılıyor. Diğer diyaloglardan en çok aklımda kalan ise baba kız arasında geçen ve ağaç kurtlarının sesinin neden artık duyulmadığının sorgulandığı kısacık bir bölüm oldu. Kısacık ama hayatları kadar yalın bir diyalog. Çünkü o kadar kendi hallerindeler ki, tüm konuşabilecekleri şey bu kadar. Dünyanın diğer yarısında neler oluyor hiçbir bilgiye sahip değiller. Dolayısıyla sorumluluk da hissetmiyorlar. Kimseye karşı suçluluk hissi yaşamıyorlar. Esasen özgür olduklarını bile söyleyebiliriz. Hiçbir şeyin kölesi değiller. Çok az eşyaları ama bolca zamanları var. 

Filmi taşıyan müzik ise karakterlerin dünyası kadar biteviye. Bir müzik filmin ruhuna ancak bu kadar yakışır. Neşesiz, hüzünsüz ve yeknesak. Az sonra hiçbir şey olmayacağından o kadar eminsiniz ki...

Peki at'a ne oluyor? Onun sonu da sahipleri gibi...

        

    
      

29 Ocak 2018 Pazartesi

Yoksullara Neden Hep Tavuk Yediriyorlar?

"İnsanların elleriyle yaptıkları yüzünden kara ve denizde bozulma meydana geldi. Neticede Allah, yaptıklarının sonuçlarını kendilerine tattıracaktır. Umulur ki yol yakınken dönerler."

Rum-41

"Eline yetki geçtiği zaman da yeryüzünde fesat çıkarmaya, insanın ürününü ve neslini yok etmeye çalışır."

Bakara-205


Kitapçılarda bir kaç haftadır göz göze geldiğimiz bir kitap var. Hemen kapı önlerine konulanlardan, yeni çıkıp da çok satanlardan biri. Asker bavulu cesametinde bir şey. 500 sayfaya yakın bir hacmi var. Haftalar var ki süzüm süzüm süzülüyor. Ne kadar görmezden gelmeye çalışsam da kendini okutmakta kararlı bir duruşu var. Kitapçı esnafı da sağ olsun hemen kapının ağzına koyuverince ister istemez bir elektriklenme oluyor. Bir iki kez elime alıp göz atmaya yeltendimse de "bir 'gasteci' ne yazmış olabilir ki canım" deyip geri bıraktım. Zira 'gasteci' kitabı okumak hep zor gelmiştir. Çok şey bildiklerinden ve de herhangi bir konuda uzmanlık geliştiremediklerinden olsa gerek, kitapları da zihinleri gibi dağınık oluyor. Bu nedenle 'gasteci' kitabı okurken odaklanmakta sorun yaşıyorum. Söz gelimi bir Protestan Mezhebi olan Mennonit'lerle başlayan bir yazı, buğday tarımında yaşanan zorluklarla sonuçlanabiliyor. Yahut da yakın tarihte yaşanmış bir olayla ilgili yapılacak sandığım değerlendirme, Yeni Zellanda yerlilerinin ergenlik dönemlerinin neden bu kadar fırtınalı geçtiğinin anlatıldığı bir psikolojik tespite dönüşebiliyor. Bu kitapla ilgili de aynı endişelere sahiptim. Etrafında çok dolandım. Okumamak için çok direndim ama neden sonra kendimi elimde Saklı Seçilmişler'i tutarken kasanın önünde buluverdim. 

Okuması çok kolay ve akıcı bir kitap. Vakti olan biri iki günde okuyabilir. Peki, kitapta yukarıda dile getirdiğim dağınıklık var mı? Elbette var. Ne sanmıştınız ki? Soner Yalçın'da bir 'gasteci' ve çok şey biliyor. Çok anlatmış. Hatta öyle çok anlatmış ki 485 sayfaya rağmen anlatacaklarını bitirememiş. Son tahlilde güzel bir çalışma çıkmış ortaya. Bir farkındalık kitabı olmuş. Çağdaşlarını dürten ve 'etrafına dikkatle bak' diyen bir uyarı kitabı olmuş.     

Yazar, küresel şirketlerin gıda, hayvancılık ve ilaç sektöründe yediği herzeleri anlatırken Türkiye'nin bundan nasıl nasiplendiğini aktarıyor. Nasıl zehirlendiğimizi Testere filmi naifliğinde yumuşak yumuşak anlatıyor. Mısır şurubunun faziletlerinden, 'terbiyeli tavvuk'ların yediği antibiyotiklerden, GDO'lu pirinç pilavı yemenin hikmetlerinden, ABD'nin gadrine uğrayan pancarın mağduriyetinden, hibrit buğdaydan yapılan ekmeğin ılık ılık kansere davetiye çıkardığından ve daha pek çok gıdanın uğradığı zulümden bahsediyor. Sayfalar ilerledikçe ve gıda teröristlerinin yeryüzü insanına ettiklerini okudukça gözünüzün önüne sık sık Uğur Dündar geliyor. 'Uğur Abi, bu böcek bir muzun içinde Güney Afrika'dan geldi' diyen adamın ne güzel bir adam olduğunu anlamaya başlıyorsunuz. Anlamak bir yana dursun, özlediğinizi fark ediyorsunuz. Kendinizi, 'varsın hamam böcekleri un çuvallarının üzerinde cirit atsın ama şıkır şıkır ambalajlardaki kimyasallar ekmeğimizin içine girmesin' derken buluveriyorsunuz. Kitabı okurken arka planda halimizi anlatan damar bir arabesk şarkı olması gerektiğini bu noktada hatırlatmalıyım. ♫♬♫♬Yazıklar olsun, kaderin böylesine yazıklar olsun...Her şey karanlık, nerede insanlık? ♫♫

Kitap, günümüzden başlayarak Osmanlı'nın çöküş dönemine kadar geriye gidiyor. Yaşadığımız gıda terörünün sebepleri bir bir sıralanırken önce tüm suçun Ak Parti'de olduğunu düşünmeye başlıyorsunuz. Sebepler ayrıntı kazandıkça suçun asıl sahibini Turgut Özal olduğunu görüyorsunuz. Ama bununla kalmıyor. Özal'ı bu yanlışları yapmaya iten sebepler açığa çıktıkça işin ucu önce Demokrat Partiye sonra Marshall yardımına sonra da Abdülhamit dönemine kadar uzanıyor. Bununla bitse iyi. En sonunda başımıza gelen işlerin pek çoğunun ABD kaynaklı olduğunu fark edip rahatlıyorsunuz. 😊Yazar, kitap boyunca en çok eski Tarım Bakanı Mehdi Eker ve Ak Parti iktidarının tarım ve hayvancılık politikalarını ağır bir dille eleştiriyor. Mehdi Eker'in kitapta yazılanlarla ilgili bir cevabı vardır diye umuyorum. Eğer makul cevapları yoksa vay halimize... 

Kitap; oğlunuzu kısırlaştıran, eşinizi obez, sizi diyabet yapan ve 6 yaşınızdaki kızınızın adet görmeye başlamasına neden olan gıdaları bir de üstüne para vererek aldığınızı hatırlatıyor. Gıdaların birer korku kaynağına dönüştüğünü, diyetisyenlerin yazdığı modern muskaların konjonktüre göre değiştiğini ve ne kadar yediğimize değil de ne yediğimize bakmamız gerektiğini vurguluyor. Gözümüzün önüne bakmamızı ve arkamızdan dönen oyunların farkına varmamızı salık veriyor. Marshall Yardımı döneminde halkımıza türküler üzerinden yapılan manipülasyona (zeytin yağlı yiyemem aman) bir kez daha gelmeyelim diyor. 

Kitap boyunca karşınıza çıkan bir 'şey' var. Bu 'şeyi' önce bir adam sanıyorsunuz, sonra bir aileye dönüşüyor ve en sonunda da bir fenomene...Rockefeller namlı garabetten bahsediyorum. Her taşın altından çıkan bu garabet, kitabın en önemli figürü. Dünyada kötü bir şey olduysa altından bu isim çıkıyor. Tescilli bir 'deccal' olmalı? Bu aile ile ilgili yazarın verdiği ayrıntılara bayıldım. Soner Yalçın'ı bu araştırma konusunda takdir ediyorum. Zira bu ismin İllüminati dışındaki yanlarından bu kadar haberdar değildim. 20. yüzyılın başındaki öjeni fantezisinin altından bile çıktığına göre muazzam bir kötülük potansiyeli olmalı? Bu noktada yakında ölen David Rockefeller'in yaptırdığı söylenen organ nakilleri ile ilgili Soner Yalçın'a bir hatırlatma yapmalıyım. Kitabın 472 sayfasında bu nakillerden bahsediliyor. Oysa Amerikan menşeli pek çok site bu haberin yalan olduğunu söylüyor. Çünkü enikonu 6 kez kalp nakli olduğu iddia ediliyor. Bu konuda Soner Yalçın ile aşık atamam biliyorum ama benden hatırlatması...😊

Rockefeller ve diğer küresel kodamanların masum insancıklara ettiklerini okudukça dünyanın dayanılmaz bir yer olduğuna ikna oluyorsunuz. Hatta ara ara 'böyle bir dünyaya çocuk getirmek istemiyorum' diyen zıpçıktı arkadaşınızın bu çıkışını pekala anlamlı bile buluyorsunuz. Bu kodamanlar neden dünyayı zehirliyorlar, mutlu mesut yaşamak varken neden yediğimiz ekmekten, içtiğimiz sudan intikam alıyor bunlar diye soruyorsunuz. Para için mi? Yazar bu soruya 'Hayır mesele yalnızca para değil' diye cevap veriyor. Daha üstte, daha aşkın, daha patolojik, daha zengince bir başka sebep daha var diyor. Bunun ne olduğunu kitabın sonuna kadar anlatmıyor. Çünkü kitabı yazma amacının sırf bu sebep olduğunu söylüyor. Kitap boyunca bu soru damağınızda çok hoş bir tat bırakıyor. Yazar: 'Neden yoksullar hep tavuk yer?' 'Gazlı içecekler neden hep ucuzdur?' 'Fast-food ürünleri neden diğer ürünler kadar zamlanmıyor?' diye sordukça okumanın keyfi artıyor. 
    

Soner Yalçın kitapta Cumhurbaşkanlığı Külliyesindeki bostandan bile söz ediyor. Bostanların metrekaresinden, ekilen ürünün içeriğine kadar bilgi vermiş. Haklı olarak soruyor: 'Vatandaş hibrit gıdalar yerken, GDO'lu sebzeye meyveye mecbur kalırken, külliye sakinleri 'organik gıdalar mı yiyor?'

Kitapta çok bilgi, çok veri ve çok eleştiri var. Mutlaka bilinmesi gereken pek çok gündelik bilgi var. Ve fakat ses getirmesi gerekiyor. Konuşulması, tartışılması gereken pek çok duyarlılık var. Zira gıda konusu insanlar için birincil önemdedir. Yazar bir yerde bu durumu şöyle ifade ediyor: 'İnsanlar Ak Parti'nin Milli Eğitim Politikasının kaç kez değiştiğini bilir ama tarım politikasından kimsenin haberi yoktur.' Haksız sayılmaz. Bir başka yerde de şu minvalde bir laf ediyor: Halkımızın yediğinin içtiğinin içindeki zehir pek önemli değildir yeter ki içinde domuz eti olmasın. 😅😅     
  









           

27 Ocak 2018 Cumartesi

Yeşua

"Biz Meryemoğlu İsayı geçmiş peygamberlerin izleri üzerinde Tevrat'tan kalanın doğruluğunu tasdik edici olarak gönderdik. Biz, ona, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşıyanlara bir rehber, bir öğüt olarak Tevrat'tan kalanı tasdik eden, içinde rehberlik ve aydınlık bulunan İncil'i verdik."

Maide-46 

"Adem'in çocukları anlaşamamıştı. 
İbrahim'in çocukları da öyle..."


Robert Winston, Tanrının Öyküsü isimli kitabında Amerika Tennessee'de bir kilisede yaşanan "uhrevi" bir olaydan bahseder. Vaiz, inanmış bir mümin olarak vecd halinde dünya ve ahiret saadetinin öneminden bahsederken, muzip bir tarikat üyesi -belki de art niyetlidir- vaizin önüne içinde çıngıraklı yılan olan bir kutu koyuverir. Beklenen davranış vaizin panikleyip kaçması iken durum öyle olmaz. Vaiz, yılanı kuyruğundan tuttuğu gibi havaya kaldırır ve başının üzerinde dolandırmaya başlar. Bir yandan da vaaz vermeye devam etmektedir....."Ve bu işaretler benim adıma inananları takip edecek...onlar yılanları tutacaktır" Olayı gören cemaat, küçük dilini çoktan yutmuştur, zira liderlerinin elinde tuttuğu yılan hem zehirli hem de çıngıraklıdır. Liderin yılan sokmasından ölmesi an meselesidir. Ancak lider yılanı başının üzerinde çevirmeye devam etse de yılan onu sokmaz. Bu, düpedüz büyük bir mucize olmalıdır. Tarikatlarının ve liderlerinin Tanrı eliyle desteklediğinin apaçık bir göstergesidir. Nitekim bu "şanslı" olay, tarikata bağlı diğer kiliseler arasında ışık hızıyla yayılır ve kürsüye çıkan pek çok babayiğit başında çıngıraklı yılan çevirmeye başlar. Nihayetinde o sene bu güzide tarikatın müdavimlerinden yüz küsur tanesi yılan sokmasından ölür. Hristiyan dünyasına nispet edilen bu hikayeden çok daha çarpıcı olanlarını eminim biliyorsunuzdur. Bu konuda ülkemiz de mümbit bir havzadır. Ete kemiğe bürünüp ........................diye görünenler (boşluğa canınızın çektiği dini figürü yazın), peygamberlerle ruhlar aleminde Türkiye'nin durumunu istişare edenler, pilotun yanında aninden belirip bomba atması gereken noktaları gösteren ak sakallı evliyalar vb. Yeryüzü coğrafyasında ne kadar teolojik algı varsa, hepsinin içinde yukarıdakilere benzer ve çoğunlukla akıl sınırlarını aşan yüzlerce olay vardır. Anladığım kadarıyla rasyonel bir dini algı kimsenin hoşuna gitmiyor ve doğal süreçlerle açıklanan bir teolojiyi kimse sevmiyor. Din dediğin şey ille de heyecan verici mi olmalıdır allasen? 


Galiba öyle. Baksanıza Kudüs'e gezmeye gidip de psikiyatri kliniklerinin kapısını aşındıranlara. Evet, bir patolojiden, Kudüs Sendromundan bahsediyorum. Neredeyse 100 yaşına merdiven dayamış bir tuhaflıktan. Gezmeye gelen turistlerin, ziyaret ettikleri atmosferin etkisinden olacak, bir süre sonra dini içerikli halisünasyonlar görmeleri ve soluğu Kudüs Devlet Hastanesinin acil servisinde almalarından bahsediyorum. İlginç değil mi? Kendini; beklenen İsa ilan edenler, Kızıldeniz'i ikiye yaracağını söyleyenler, manevi ortamın havasını içine çektikçe ağır ağır "aydınlanıp" insanları az önce keşfettiği hakikatin etrafında birleşmeye çağıranlar...Heyecan verici değil mi? 

Dini literatürde heyecan verici o kadar çok anlatı var ki. Binlerce yıllık insani birikim bu konuda muazzam bir arşiv oluşturmuş. Dünyanın bütün dini inanışlarında binlercesini bulmak mümkün. Ortada bunca birikim olmasına rağmen günümüz dünyasının insanı bu anlatılara pek itibar etmek istemiyor. Aklın sınırlarını aşan bu olayları etkileyici bulmak şöyle dursun, alaycı bir gülümseme ile dinlemeyi tercih ediyor. Ne diyordu İsmet Özel: "Bana deha değil, belgeler gerekli, kanıtlar, ifadeler, resmi mühür ve imza...

Şimdilerde pek çok kişi şairin dediği yerde duruyor. İnandığı dine belgelerle-delillerle dokunmak, resmi mühür ve imza ile onu anlaşılır/okunabilir hale getirmek istiyor. Bu mantıkla okuyan-yazan binlerce insan var. Dini doktrinleri pekala aklileştirmek isteyen, esasen 'doğaüstü gerçeklermiş' gibi aktarılan pek çok dini anlatının gerçekte bu şekilde yaşanmadığını, yahut da mantıklı izahları olduğunu anlatmak isteyen binlercesi...Değilse Hz. Nuh'un oğlu ile cep telefonu vasıtasıyla konuştuğunu düşünmekten başka çaremiz kalmayacak demektir. 😅 

Bu mantığa yakın isimlerden biri de Mustafa Akyol. Akyol, Özgürlüğün İslami Yolu isimli kitabı ile tanıdığım biri. Babası Taha Akyol. Meşhur gazeteci. Hem de Yozgatlı.😅

Mustafa Akyol'un yeni kitabından söz edeceğim biraz. Meryemoğlu İsa'dan. Kitabın tam adı: Yahudilerin Mesihi, İslam'ın Peygamberi Meryemoğlu İsa. Yazar kitapta bir Müslümanın gözünden Hz. İsa'nın nasıl göründüğünü yazmış. Kitabın orijinal dili İngilizce. İlk elden okur kitlesi çoğunlukla Hristiyanlar ve Yahudiler. Türkçe'ye Düşün Yayınları kazandırmış. Sayısı otuzu bulan tashihleri saymazsak gayet başarılı bir baskı olmuş diyebiliriz. Kapakta bizim aşina olduğumuz İsa görseli kullanılmış olsa da kitabın yurt dışı baskısının kapağını daha çok beğendiğimi söylemeliyim. O kapaktaki İsa'nın hüznü hikayenin ruhuna daha uygun olmuş diye düşünüyorum.

Yazar, şapka çıkartılacak bir kaynak taraması yaparak Hz.İsa ve kutsal metinler hakkındaki bilinenleri/değerlendirmeleri ve kabulleri bir bir masaya yatırmış. Bir konu hakkındaki farklı görüşleri titizlikle değerlendirmiş ve ötesini okurun takdirine bırakmış. En çetrefilli konulardan olan "çarmıha gerilme", "kıyamete yakın yeryüzüne inme" gibi alanlarda bir ispat derdine düşmeden verileri paylaşmış.   

Kitap boyunca anlatılan şeyler çok uzak bir tarihe işaret ediyorsa da yazarın mesajının bugüne olduğu çok aşikar. Zira İbrahim'in çocukları olan bu üç dinin mensuplarının arasının bunca bozuk olması yazarın canını çok sıkmışa benziyor. Kitap boyunca İsa'nın hikayesini okusak da kitabın alt metinlerinde "bakın hepimiz aynı şeye inanıyoruz" iletisini her an görmek mümkün oluyor. Hatta bunun için yazarın takdire şayan bir gayretkeşliği olduğunu bile söylemeliyim. Söz gelimi Hz. İsa'nın büyük kardeşi olan Yakub'un mektubu ile kitap boyunca sık sık karşılaşmamız ve mektubun verdiği mesajların İslami doktrinlerle örtüşmesi bu gayretkeşliğin hoş örnekleri arasında sayılabilir. Keza, Hristiyan otoriterlerce dini metinlerden kabul edilmeyen apokrif metinlerin (Protoevangelium of James, Sözde Matta İncili, Tomas'ın Çocukluk İncili vb.) neredeyse İslami kaynaklarla birebir örtüşen mesajlar vermesi gibi vurgular da yazarın sıklıkla gündeme getirdiği ortak algılarla dolu. 

Mustafa Akyol bir Müslüman olarak kitap boyunca olabildiğince tarafsız kalmaya çalışmış. Hristiyanların inandığı ama bir Müslümanın itibar etmediği pek çok olguyu makul bir dille anlatmayı başarmış. Pavlus konusunu ise "dişlerini gıcırdatarak" yazdığı hissiyatına sahibim. :) Zira İsa düşmanı bir adamın göklerden gelen bir ses üzerine inandığı tüm değerleri bir kenara bırakıp güya İsa'nın bıraktığı dini yerden kaldırmaya ömrünü vakfetmesi yazara hiç mantıklı gelmişe benzemiyor. Yazar adeta "İsa'nın çarmıha gerildiğine bile inanabilirim ama rica ederim şu Pavlus'un dininize ettiklerine bir bakın" diyor. Yazar bir noktada Hristiyan geleneğinin Pavlus'a değil de neredeyse Kur'an ile aynı şeyleri söyleyen Yakup'a itibar ettiğini düşünmemizi istiyor. Manzara kesinlikle bugünkünden çok farklı olurdu. Çünkü yazar, Müslümanlar ile Hristiyanlar arasındaki ezeli öfkenin kökeninin dini algılar değil, siyasi ihtilaflar olduğu kanaatinde.   

Pavlus Kudüs'ten Şam'a giderken göklerden gelen bir sesin ona: "Saul Saul! Neden bana zulmediyorsun?" dediğini anlatır. Tek şahidi kendisidir ama dünyanın en büyük dinini kurmayı başarır. Hz. İsa hayattayken onu görmemiş olması, on iki Havari'den biri olmaması ise önemsiz ayrıntılardır.   

Kitap boyunca üzerinde en çok durulan mevzulardan biri de Hz. İsa'nın yeni bir din getirmediği, Yahudilerin içine gönderildiği ve dolayısıyla Yahudi bir peygamber olduğudur. Ek olarak dönemin Yahudi kodamanlarına adil olmalarını, bir olan Allah'a inanmalarını ve önceki peygamberler tarafından vazedilen bazı kuralları değiştireceğini söylemesidir. Bu meseleler yazarın döne döne hatırlattığı ve altını belirgin bir şekilde çizdiği meselelerdir. Bunları bir Müslümandan okumak bir Hristiyan'a eminim garip gelecektir. 

Yine kitapta gözden kaçmaması gereken ve özellikle Hristiyan cemaatlerin dikkatine sunulan bir mevzu da; İslam dünyası ile Yahudi dünyasının Hz. İsa'yı konumlandırma biçimlerinin büyük oranda aynı olduğunun hatırlatılmasıdır. Çünkü yazar Hz. İsa'nın misyonun doğru anlaşılmasının tüm dinleri buluşturabilecek bir ortak payda olacağı kanaatinde. Bu noktada yazar, Hristiyan dünyasının zihnine pek çok soru bırakmayı başarıyor.

Kitapta okumayı umduğum ama maalesef bulamadığım şey ise, Hz. İsa'nın mucizeleri oldu. Elbette mucizelerden bahsediliyor ama bu olayların farklı dinlerde nasıl anlaşıldığından söz edilmiyor. Söz gelimi ölüyü diriltmek, alacalıyı iyileştirmek, suyu şaraba çevirmek gibi mucizelerin sembolik anlamları konusunda Hristiyan ilahiyatı ne düşünüyor bilmek isterdim.  Kitabın çerçevesi açısından bakıldığında Hz. İsa'nın yaşamından çok mesajına odaklanıldığı çok net. Belki bu bağlamda değerlendirildiğinde mucizelerin İsa'nın mesajı ile ilişkilendirilmesi gerekirdi diye düşünüyorum.  

Son tahlilde Meryemoğlu İsa namlı eser, konu hakkında farklı kaynaklar okumanız yönünde de ilham verecek bir kitap olmuş. Hristiyan paradigmanın nasıl olgunlaştığını anlamak için ise hararetli bir öneri...