9 Ocak 2019 Çarşamba

Akbabadan Kargaya...

Bitmek bilmeyen bir iştiyakla gelecekten ümitli olan insanlara gizli bir hayranlık duyduğumu söylemeliyim. Kimilerini kıskandığım da olmuştur. Zira ben geçmişten yakasını kurtaramamakla malul bir adamım. Amerikan psikoloji dünyasında yaptığı "tuhaf" deneylerle nam salmış bir ağabey var. Philip Zimbardo, yakınlarda dilimize kazandırılan Zaman Paradoksu isimli çalışmanın da müellifi. Meşhur Stanford Hapishane deneyini kurgulayan abimiz yine bu Zimbardo. Mezkur kitapta ilginç bir konuyu çalışmış ve geçmiş-şimdi ve gelecek odaklı insan tiplerini anlatmış. Hangi zaman perspektifinde yaşadığınızı bulmanız için bir de test yapıyor. Meraklısı için testle ilgili link şöyle...http://www.thetimeparadox.com/zimbardo-time-perspective-inventory/

Zimbardo üç zaman perspektifinin de kişiyi makul ölçüde biçimlendirdiğini ancak birine takılı kalmanın sorunlar yaratabildiğini söylüyor. Dünya üzerindeki hemen her şeyde olduğu gibi önemli olanın itidal olduğunu vurguluyor. İlle de övdüğü zaman perspektifi "gelecek zaman", yerdiği zaman perspektifi ise çoğunlukla "geçmiş zaman" oluyor. Geçmişinde takılıp kalan tiplerin daha depresif, umutsuz, kaygılı, agresif ve yıkıcı olduğunu söylüyor. Gelecek odaklı tiplerin ise daha mutlu, planlı, özverili, akıllı ve yapıcı olduklarını söylüyor.

Kapaktaki resim Fatih'in meşhur resmini çizen İtalyan ressam Bellini'nin "Oturan Katip" isimli tablosu...Kitaptaki öyküsü daha çarpıcı.
İskender Pala'nın son romanı İtiraf'ı okurken aklıma sık sık Zimbardo'nun gelecek odaklı kişilere yaptığı pozitif atıflar geldi. Romanın baş karakteri Akbaba/Karga/Ornio mutlak anlamda geleceğe odaklanan müthiş bir adam. Zimbardo onunla tanışsa acaba ne derdi? Akbaba, geçmişte yaşadığı trajik bir olaydan hızını alıyor ve gelecek odaklı muazzam bir karakter çiziyor. Pala'nın yarattığı ve içini incelikle doldurduğu bu adama bayıldığımı söylemeliyim. -Bundan önceki kitaplarında aklımda kalan sivri bir karakter olmadı.- Kitap boyunca yaşamına tanıklık ettiğimiz Akbabada neredeyse hiç "şimdi" yok. Onu zaman zaman geçmişte ama çoğunlukla gelecekte gezinirken buluyorsunuz. Alabildiğine çirkin, alabildiğine küstah ve çiğ bir adam. Hile, fitne ve dedikodu konusunda eline su dökebilecek birini bulmak zor. Gerçek bir profesyonel. Bütün bu kötücül yanlarına rağmen içinde hiç susturamadığı ve rikkat sahibi olduğu gün gibi aşikar bir adam daha var. Çünkü hoca, karakteri öyle latif bir dille anlatmış ki, ulu devletluların "tiz kellesi vurula" diyeceği  adama kendinizi merhamet ederken buluveriyorsunuz. Öyle de büyülü bir figür. Bir o kadar da iddialı. Çünkü Akbaba kendini çok ciddiye alıyor ve biricik düşman olarak kendine Tanrıyı seçiyor. Tüm maksadı "Tanrının acı çekmesi." Bu nedenle kendini şeytanla özdeş kılıyor. Adeta stajyer bir şeytan gibi hissediyor ve şeytani yanlarının paslanmaması için zaman zaman gidip özel kötülükler yapıyor. Kullanılmayan bilgiler unutulur öyle değil mi? 😉 

Onun yüz üstü bırakamayacağı kimse yok. En sevdiği bile olsa sırtından vuramayacağı bir fani yok. Namussuzluğu konusunda etrafına tarif edilemez bir güven telkin etmiş. İskender Hoca, zaman değişse de dertlerin aynı olduğunu ve değişenin sadece insanlar olduğunu söylüyor. Bu çerçeveden bakıldığında Akbaba'yı tanımlayacak günümüzde harika bir sözcük var: "Trol" evet evet Akbaba gerçek bir sosyal medya trolü...😁 Onun omurgası yok ama bir duruşu var. Yapacağı kötülüğün bir sınırı yok ama farkdındalığı çok yüksek. Öyle duyarlı ki, bir fedai gözünün birini oyduğunda yaşadığı korkuyla başa çıkabilmek için ilk önce intikam için diş bilediği Tanrıya sığınmayı seçiyor. Hayatta kalmayı başardığı sürece kimlerle bir arada olduğunun zerrece önemi yok. Marjinal bir tarikatın içinde onlardan biri gibi görünerek ve hatta hissederek aylarca yaşayabilecek türde bir "bilişsel donma" yaşayabiliyor. Neden sonra içinde mütemadiyen nefes alıp veren kötü adamı hatırlıyor ve bir anda çirkinleşmeyi başarıyor. Çok güzel seviyor ama sağlıklı bir bağlılık gerçekleştiremiyor. Zira onun için değerli olan biri yok. Velhasıl Akbaba gerçek bir patolojik vak'a...  

Akbaba böyle...İskender Hoca bu romanda da geleneği bozmamış ve tarihi bir olayın kılcal damarlarına dalıvermiş. Hem Karun ve Anarşist hem Abum Rabum'da okuduğum (belki önceki romanlarında da vardır?) iyi ile kötünün bitmeyen savaşına bir kez daha dokunmuş. Bu kez olay Devlet-i Ali Osmaniye'nin en ışıltılı döneminde geçiyor. Yükselme döneminde. Fatih, II. Beyazıt ve Yavuz kanlı canlı halleriyle kitapta nefes alıyorlar. Hoca bu kitapta da bilim ve sanatın bir toplum için önemine sık sık değiniyor. Bu kez biraz daha konjonktürel bakmış ve tarikat-cemaat gibi yapıların devletle olan iltisaklarının sakıncalarına da değinmiş. Hatta uyarı üstüne uyarı yapmış. Kültürün ve sanatın öneminden bahsederken Molla Lütfü gibi bir isme de itibarını iade etmeyi ihmal etmemiş. Keşke tarihimizde mumla aradığımız filozofların yokluğuna da azıcık değini verseymiş. Hatta bu meyanda Molla Lütfü'nün farklı kaynaklarda geçen öyküsüne de atıf yapılabilirmiş. Zira romanda kitap hırsızlığından sürgüne gönderilen Molla, bazı kayıtlarda müfredattan kaldırılan felsefe-riyazat-hendese gibi derslerle ilgili çıkışından dolayı sürgüne gitti şeklinde anlatılıyor. Belki bu noktadan bir kanal açıla bilirmiş. 

Hikayenin fonunda -Akbaba'nın rampa olarak kullandığı- Hz. Musa ile kendisinin Hızır olduğu varsayılan (çünkü Kur'an bu konuda net bilgi vermez. Kamuoyunda Hızır adıyla bilinen kişiden "kendisine hikmet verilmiş kimse" diye bahseder.) kişinin yolculuğu var. Kur'anda çok çarpıcı olaylarla ve ağır bir sembolik dille anlatılan bu kıssa sanki daha etkili bir anlatımda kullanılabilirmiş diye düşünmeden edemedim. Ne ki bu fon, kitapta havada kalan bir kaç yerden biri olmuş. Hocanın zihninde ne vardı anlayamadım ama Hz. Musa'nın yolculuğunda yaşananlar ile Akbaba'nın yaşamında kurduğu analojiyi mantıklı bul(a)madım. Hikmet verilen kişinin ördüğü duvar ile Akbaba'nın örüyorum dediği duvar örtüşmüş mü bir de siz bakın diyorum. Yahut öldürülen çocuk ile Akbaba'nın öldüreceği çocuk? N'bileyim delinecek gemi dışındaki benzerlikler pek bir sakil durmuş.  

Romanda yine "yazarın zarafeti" ile ilgili olduğunu düşündüğüm bir sorun daha var. Kitabı Akbaba'nın gözlerinden bakarak okuyoruz. Akbaba kötü bir karakter. Osmanlı Devleti ve bu devletin padişahı olan Fatih'e senelerdir diş biliyor. Buna rağmen Fatihle olan karşılaşmalarında yaşadığı içsel gerilim, kullandığı övgü dili ve gördüğü ihtişam karşısında etkilenen adam çok gerçekçi gelmedi. Yahut Akbaba bu sahnede böyle davranmazdı mı demeliyim? Keza delinecek gemi mesabesinde gördüğü Osmanlı'nın engin hoşgörüsünü ve adalet sistemini de öve öve bitiremiyor. Bu bölümler romandaki gerçekçi havayı "yazarın romantik bakışına" feda ettiğimiz hissiyatını uyandırdı. Bu noktalarda bir okur olarak beklentim daha eleştirel bir Akbaba profiliydi.   

Son tahlilde İtiraf, İskender Hocanın klasiklerinden biri olarak kayıt altına alındı. O, genel bir okur kitlesine sesleniyor bunu anlıyorum amma arada sırada da lezzet düzeyi daha yüksek, kıvamı daha yoğun okumalar yapmak isteyen okurlar için bir şeyler olsa diye düşünüyorum. Söz gelimi Akbaba ile Yavuz'un karşılaştığı ilk anda yaşanan diyalog damakta tat bırakan cinstendi.  






















   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder