25 Nisan 2019 Perşembe

Türkiye Hakkında Ümitli Olmak Mümkün mü ?!.

Kierkegaard bir yerde "Tabiat yasaları ilk günkü gibi geçerliliğini korumaktadır" diyor. Şüphe yok ki bu ifade insana hem ne olacağı ile ilgili bir eminlik duygusu veriyor hem de muazzam bir ümitsizlik şırınga ediyor. Eminlik veriyor çünkü doğa yasaları çerçevesinde ne olacağını bilmek, bunu öngörmek müthiş konforlu bir alan yaratıyor. "Acılı şeyleri çok tüketirsen orta vade de midende hiç hoşuna gitmeyecek küçük savaşlar çıkacak." Bu durum bir yasa...Yahut da şöyle bir şey: "Spor yapmaya devam edersen fazla kilolarından kurtulacaksın." Bu da doğal akışın bir türü...Basit yaşamlarımız bu durumun örnekleri ile dolu. Bu nedenle orta sınıf bir şehirli olarak Kierkegaard'ın bu sözü bende bir eminlik alanı yaratıyor. Peki bu sözün beni ümitsiz kılan hatta canımı sıkan yanı neresi? Şöyle açıklayayım: Eğer her şey bu sözde ifade edildiği gibi yasalara uygun bir şekilde olacaksa ahir ömrümde bile gün yüzü göremeden dar-ı bekaya irtihal edeceğimden artık eminim. Peki bu tuhaf fikre nereden kapıldım? Çünkü Selçuk Şirin hocanın son kitabı "Yetişin Çocukları"okudum. Hem de bir solukta.  

Selçuk Hoca, pratiğin teoriyi terbiye edeceğini söylüyor.
Çocuk yetiştirmek kitaplardan öğrenilecek bir şey değildir.
Selçuk Şirin hoca Amerika'da yaşayan bir akademisyen. Anladığım kadarıyla onun da aklı fikri Türkiye'de. Besbelli ki ülkesi için bir şeyler yapabilmenin derdini çekiyor. Derdini çekiyor çekmesine ama benim gibi yaşı kırkı aşmış ciddi bir kütleyi farkında olmadan ümitsizliğe sevk ediyor olabilir. Zira kitabında verdiği sayılar, istatistikler ve araştırma sonuçları ülkemiz adına o kadar kaygı verici durumdaki verileri gördükçe, uzunca bir süre daha belimizi doğrultamayacağımıza ikna oluyorsunuz. Kierkegaard'ın sözünün ümitsizlik şırınga eden yanı burada görünür hale geliyor. Çünkü hocanın ülkemiz ile ilgili paylaştığı veriler pek kimsenin itiraz edemeyeceği türden. OECD verileri, dünya ölçeğinde itibarı olan akademik çalışmalar, Dünya Ekonomik Forumu araştırmaları, TÜİK, ülkemizden bazı üniversitelerimiz, AÇEV vs. Verileri okudukça Kierkegaard'ın mezkur sözü iyice can sıkıcı hale geliyor. Zira tabiat yasaları çerçevesinde ülkemiz için her şey düzelecekse, o pek klişe ifadesiyle bir gün muasır medeniyetler seviyesine çıkacaksak, bu ancak benden sonraki kuşaklara nasip olacak gibi görünüyor.  Çünkü hocanın bakmamız için dikkatimizi çektiği yerler tabiri caizse memleketin en kalın konularını oluşturuyor. Bir tanesini söyleyeyim ötesini anlayın: Eğitim...Eğitimdeki hayal kırıklığını "anlatmaya gerek yok, zaten görüyorsunuz." Eğer tabiat yasaları bize özel bir kıyak çekmezse eğitim alanındaki makus tabloyu toparlamak için uzun yıllara ihtiyacımız olduğu gün gibi aşikar. 😃 Ben böyle diyorum ama Selçuk Hoca'nın ümit veren bir dili var. Gelecekten ümidi kesmenin irrasyonel bir abukluk olduğunu harika bir akışla kitap boyunca anlatıyor.  

Yetişin Çocuklar temelde "çocuk eğitimi" ekseninde hareket eden bir kitap gibi görünse de, kitabın alt metninde ülkemiz insanları için pek çok konuda oldukça güçlü bir "paradigma önerisi" var. Söz gelimi çocuk eğitimi konusunda "hap öneriler" yok. Bunun yerine kuşatıcı bir bakış açısı sunuyor. 
"8 dakikada çocuğunuza istediğiniz her şeyi yaptırmanın yolları" gibi bir new age zibidiliği yerine "mükemmel çocuk yetiştirmek diye bir şey yok, çok da şey yapmayın" diyor. Yahut "çocuğumun psikolojisi bozuldu nerede yanlış yapıyorum?" gibi cevapsız bir sorunun peşine düşmek yerine "çocuğunuzu büyüten bir sürü etken var, tek sorumlu sen değilsin unutma" diyor. Hatta hoca bir noktada öyle güzel bir laf ediyor ki damak şaklatmamak mümkün değil. Selçuk Hoca diyor ki "eğer çocuklarınızı dedesinin, nenesinin olduğu ataerkil bir ailede yetiştiriyorsanız bu kitabın sana bir faydası olmayacak bunu bilesin."😊  Bu anlamda kitabın ümit verici olduğu kadar rahatlatıcı da bir dili var. 

Selçuk Hoca'nın kitap boyunca üzerinde ısrarla durduğu bir kaç konu var. Bunlardan biri, bilimsel çalışmalarımız için "ulusal bir veri tabanımızın" olmayışı. Başkasının makası ile kendi kumaşımızı doğru düzgün kesemediğimizi sık sık hatırlatıyor. Kültürel psikolojinin altı kitap boyunca sık sık çiziliyor. Keza hoca okul öncesi eğitimi neredeyse kalkınmanın payandası olarak görüyor. Okul öncesi eğitim ile ilgili verilen çarpıcı araştırma sonuçları kitapta bolca var. Görmek lazım.

Evdeki kitap sayısı ile çocukların başarısı arasındaki doğrusal ilişkiden bahsedilen bir araştırma okumuştum. Araştırmaya göre bir evde ne kadar kitap varsa o evde büyüyen çocuklar da o oranda başarılı oluyorlar. Selçuk Hoca'nın döne döne üzerinde durduğu bir konu varsa o da "çocuklar ile kitaplar" arasındaki ilişki oluyor. Selçuk Hoca anne babalara resmen "aman okuyun" diyor.
Son tahlilde kitabın çocuk eğitimi konusunda "dikte eden" değil ve fakat "ilham veren" bir havası olduğunu söylemeliyim. Hocanın paylaştığı verilerin kademe kademe olgunlaşarak bir fikre doğru yükseldiğini her okurun hissedeceğini düşünüyorum. En azından ben de öyle oldu. 😉 

Kitabı kimler okumalı? Bence kitabı önce eğitimciler okumalı...Sonra anne babalar...Çünkü yazar Türkiye bir gün kendi yağı ile kavrulan ışıl ışıl bir ülke olacaksa bunun ancak eğitim yoluyla olacağına inanıyor. Bu konuda mutlak olarak kendisi ile aynı fikirde değilim ama ülkece güzelleşmek için bir şeyler deniyor olmak bile heyecan verici olacak, bundan eminim.

Peki Türkiye Hakkında Ümitli Olmak Mümkün mü?  


Aziz Sancar Türk toplumuna üç tavsiyede bulunuyor. Çalışmak, çalıştığımız alandaki her şeyi takip etmek ve en yeni teknolojileri alana uygulamak.’ Türklerin bu bağlamda kendi motivasyonlarını oluşturmaları gerekmektedir. Yine Aziz Sancar hocanın başka bir yerde söylediği gibi ‘kendimize saygı duyarsak başkaları da bize saygı duyar.’ Bu söz, bize önce kendimize ait gerçekleri bulmamızı tavsiye eder. Sonra bu gerçekleri nasılsa istediğimiz gibi değiştirebiliriz. Çünkü yerel değerlerine sadık kalan bir toplum pekâlâ uygar dünyayı yakalayabilir. Buna inanmamız şart. Başarılı olmanın şartlarından biri, başka bir toplum gibi davranmak değildir. Yani frak giymeseniz de olur. Pekâlâ, babalarımızın giydiği klasik tişörtle de, kırık dökük Türkçemizle de bilim yapılabilir. Fonda Neşet sazını tıngırdatırken saçları taranmış, pantolonu ütülü ve çorabının üzerine sandalet giymiş bir bilim adamımız laboratuvarda deney yapıyor olabilir. Ne diyordu Namık Kemal? Tarihte bir kere olan en azından bir kere daha olabilir.’

Geleceği öngörmek mümkün değildir. Geçmişe baktığımızda ders alırız ama gelecekte şu olacak demek imkansızdır. Çünkü hangi planı yaparsanız yapın, bir anda gelişecek doğal bir afet bütün planlarınızı bozabilir. Yahut da tatsız bir terör saldırısı enerjinizin tamamını alabilir. O nedenle gelecekle ilgili bir çıkarım ‘her şey beklendiği gibi giderse’ cümlesi ile başlamak zorundadır.  Bilimsel çalışmalar, bundan 50 yıl sonra gerçekleşecek bir ay tutulmasını haber verebilir. Kuyruklu bir yıldızın dünyanın neresinden geçeceğini bilebilir ama sosyolojik bir olayı öngöremez. Geçmiş, bir perspektif çizmene yardımcı olur ama yine de gelecekte ne olacağını kestirmek henüz dünya teknolojisinin başarabildiği bir şey değildir. Bu nedenle şöyle demeliyiz: ‘Her şey yolunda giderse, bilim ve teknoloji üreten toplumlar yükselecektir.’ Ne dedik? Geçmiş, istediğiniz gibi biçim verebileceğiniz bir oyun hamuru gibidir. O halde gelecek neden değişmesin?  (Suat Aşcı-Türklerden Deha Çıkmaz (!))

GÖZDEN KAÇANLAR OLMUŞ: Selçuk Hoca okul döneminde her ailenin okuldan ve öğretmenlerden beklemesi gereken 7 temel beceriden söz etmiş ama kitaba bunlardan yalnızca 6 tanesi aktarılmış. Gözden kaçmış olmalı...😔




3 Mart 2019 Pazar

Derde Deva Randevular

Salt edebiyattan pek hazzetmiyorum. Hiç bir yere gitmiyormuşum gibi hissettiriyor. Bu yerde edebi pek çok metnin bir koşu bandı deneyimine benzediğini söyleyebilirim. Hareket halindesin, hatta zaman zaman koşar adım gidiyorsun, hatta sucuk gibi terliyorsun ama hep aynı yerdesin. Hiç bir yere gidemeden koşmak, dakikalarca yekinmek ama hep aynı yerde kalmak beynimize da tuhaf geliyor olmalı? Laf uzamasın. Edebiyatın bazı ürünleri bana böyle hissettiriyor. Okuyorsun, sözcükler zihninde hareket ediyor, satırlar arasında geziniyorsun ve hatta yoruluyorsun ama okuma işi bittikten sonra damağında belli belirsiz kalan kekremsi tat dışında geriye pek bir şey kalmıyor. Diyet bisküvilerin ağızda bıraktığı hissiyat gibi. Koca bir paket yiyorsun ama hiç bir şey yememiş gibisin. Pörf !!! Bu duygu, "iyi" kategorisinde değerlendirilen kitaplar için de geçerli. 

Tabi edebiyat hakkında bu kanaate ulaşmak için pek çok edebi eser okuduğumu da söylemeliyim. İnsan çoğu zaman böyledir. Bir konu hakkında kendisinin ne düşündüğünü öğrenmek için o konu hakkında konuşması gerekir. Edebiyat hakkında ne düşündüğümü öğrenmek için bolca edebiyat okudum ve konuşurken anladım ki edebiyattan hazzetmiyorum. Şiiri de sevmiyordum ama kader karşıma İsmet Özel'i çıkardı. Şiir denince ondan başkasına tahammülüm "şimdilik" yok.

Peki edebi metinlerden ne bekliyorum? Galiba "taşıyıcı, ilham verici" bir yanı olması gerektiği kanaatindeyim. Okuduğum kitap beni başka bir kitap-yazar-kavram-efsane-film-şarkı-resim-yemek vb. hakkında motive etmeli. Kışkırtmalı, harekete geçirmeli. Kitap bittiğinde gideceğim yeri bilmeliyim. Değilse "inşa edici" bir okuma yapmış olduğumu düşünmüyorum. Arkası dönük vaziyette göl kenarında oturan ve elindeki çubukla yere düzensiz çizgiler çizerken derin düşüncelere dalmış birinin görüntüsünü dakikalarca izleten sanat filmlerine kaç kişi tahammül edebiliyor allasen?
Üniversite yıllarımda Orhan Pamuk'un Yeni Hayat'ını okumuştum da öyle heyecanlanmıştım ki otobüsle Güneydoğu Anadolu turuna çıkmıştım ve üçüncü sınıf bir sürü dinlenme tesisinde ucuz domates çorbası içmiştim. O tur süresinde yaşadıklarım hala hayalimdedir. Velhasıl edebiyat işe yaramalı be abicim! 

Murat Menteş bende tam da böyle bir etki bırakıyor. Tarzına bayılıyorum. Anlattıkları işime yarıyor. Çoğu yazarın kitaplarını takım elbise ile yazdığı bu yerde onun bu işi üzerinde eşofmanları ile yaptığını düşünüyorum. Gayet esnek ve edebi...Kendi ifadesiyle söyleyecek olursam, kitapları "ziyadesiyle malumat ihtiva ediyor." Yani işe yarıyor. Son romanı Antika Titanik'i henüz fermente ediyordum ki bir yenisi geldi. Kitabın adı: Derde Deva Randevu. Kitapta yazar ahirete irtihal etmiş on bir kişi ile röportaj yapıyor. Üstad dediği bu on bir kişi arasında hem Neşet Ertaş hem de Charles Bukowski var. Farabi ile Nietzsche'de orada. Kitabın içi dışı cıvıl cıvıl...Çizgi romanlı filan. Bu noktada Hakan Karataş'ın çizgileri kitaba hayat vermiş. Karataş'ın çizgilerinin üst düzey bir sözcük dağarcığı olduğunu düşünüyorum. Yarattığı sinematografik atmosfer kitaba payanda olmuş. Tebrikler.  

Yazar, Derde Deva Randevu'nun esasen bir roman projesi olduğunu söylüyor. Hafife Alma isimli bir çaçaron kadının müteveffa üstatlara musallat olacağı bir hikaye olacakmış. Kadın hem kişisel sorunlarını bu büyük kafalardan alacağı tavsiyelerle çözecek hem de bu cins kafaların buhranlarına deva olacakmış. Ne ki işler beklendiği gibi olmamış ve ortaya bu röportaj kitabı çıkmış. Ancak hissettiğim kadarıyla projenin bu hali Murat Menteş'i çok ikna etmişe benzemiyor. Belki de okurlardan gelecek eleştiriler ekseninde yoluna devam edecek. Zira yazar hemen kitabın ön sözünde olası eleştirilere karşı hafif ölçekli bir savunma paktı kuruyor. "Sen kimsin de bu büyük kafalarla çaylı-cigaralı sohbetler edeceksin?" diyeceklere karşı tevazu kartını hemen başında masaya koyuyor. Hemen arkasından "Belki bu kitabı okuyan birileri mezkur yazarlarla tanışıklığını ilerletmek isteyebilir" diyerek kamu yararını önemsediği mesajını da veriyor. Sonunda dayanamayıp "yahu uygarlığımızı kurtarıyoruz işte" noktasına gelse de "şakaydı" deyip manzarayı kurtarıyor.    

Derde Deva Randevu genç okur kitlesi için çok faydalı olabilecek bir kitap. Onlara ilham verecek, heyecanlandıracak ve ana kaynaklara yönelmelerini sağlayacak bir canlılığa sahip. Söz gelimi Nietzsche ile yapılan röportajı okuyan bir genç mutlak surette soluğu en yakın kitapçıda alacak ve o gece bir felsefi metinle haşır neşir olacaktır. Keza aynı durum Farabi için de mutlaka geçerli olacaktır diye düşünüyorum. Ancak Neşet Ertaş yahut Hüseyin Rahmi bölümünü okuyan biri aynı heyecana kapılır mı bilemedim. Sözünü ettiğim bölümlerin "henüz tatlanma" aşamasında "küt" diye bitivermesi işin aslı ben de bir hayal kırıklığı yarattı. Tam Neşet Ertaş açılıyor derken röportaj bitti. Tam Dosto konuşmaya başlayacak derken araya Hacı Bektaş girdi. Hüseyin Rahmi, garibim neredeyse  hiç bir şey anlatamadı. (Heybeli Ada'ya paraşütle inme sahnesi çok güzeldi.) Shakespeare, en az kendisi kadar bulanık bir varoluşla ortaya çıktı amma bittiğini bile anlamadım. 

Galiba kitaptan beklentim bu on bir üstadın yaşamına "Menteşçe" bir bakışı okumaktı. Bu duyguya ancak çok kısa anlarda kapılabildim. Yanılıyor olma ihtimalim var ama sanki Murat Menteş kitabın bu noktaya gelmesinde lüzumundan fazla "danışmanlık" almış gibi görünüyor. Ona kalsa Hafife Alma'nın maceralarını okuyacakmışız gibi hissettim. 

Kapaktaki No:1 ifadesinden bu serinin devamının geleceğini anlıyorum. Eğer Hafife Alma'nın maceraları yerine yeni bir üstatlar okuması yapacaksak Freud Bu İşe Ne Derdi, Nietzsche Bu İşe Ne Derdi formatlarına yakın bir çalışma yapılmasını umuyorum.  Üstatların kendilerini spot cümlelerle değil de azıcık daha detaylı anlattıkları röportajlar olabilir? Söz gelimi Dosto'ya elinde kanlı baltasıyla kitabın ortasında dolaşan Raskolnikov hakkında bir soru sorulmalıydı diye bekledim.  Yine üstatlara sorulanlar arasında konjonktürel olanlar vardı ve bu bölümleri okumak gerçekten keyifliydi. Günümüz dünya insanının sorunları daha çok sorulmuş olsa ve onların penceresinden durum yorumlansa müthiş öğretici olabilirdi. Son bir öneri olarak, bölümler arasındaki geçişler bir roman kurgusu ile sağlanabilirdi. Kitabı okurken böyle bir kurgu beklediğimi ifade etmeliyim.       

Son tahlilde Derde Deva Randevu çok hoş ve özgün bir konsept olarak olgunlaşmayı bekliyor. No: 2 gelecekse daha dolu gelsin diye dua ediyorum. 




1 Şubat 2019 Cuma

Saltanat ve Cumhuriyet Arasında Bir Yerde GÖR BENİ

Küçük Prens'e gıcık oluyorum. Şeker Portakalı, Kürk Mantolu Madonna, 1984, Simyacı, Hayvan Çiftliği...Bunlar bir nefeste aklıma gelen çok satan ve doğal olarak çok popüler kitaplar. Son dönemde Stephan Zweig ve İş Bankasının Hasan Ali Yücel serisi de "çok satanlar-çok popülerler" kategorisine girdiler. Eğer doğruysa Yapı Kredi ile telifi biten Sabahattin Ali kitapları 3,95 liradan (Artı 25 kuruş poşet parası ile 4,20 yapar) A101'de satılıyormuş. 

Küçük Prens'e gıcık oluyorum. İyi bir okur olduğunu düşünen insanların ciddi bir kısmı, çok satanlar raflarına pek itibar etmezler. Hatta iyi okurların çoğu "çok satan" kitabı okumaz bile. İyi bir okur sayılmam ama ben de çok satan yazarlara biraz mesafeli dururum. Bu nedenle Küçük Prens'e gıcık olurum mesela. Ne bulurlar içinde anlamam. Bu arada çok dikkatli bir gözle Küçük Prens'i okuduğumu da söylemeliyim. Ne anladım peki? Küçük Prens'i göz yaşları içinde bırakacak yüzlerce kitap olduğunu anladım. 😊. Çok satanlara mesafeliyim diyorum ama yukarıda ismini yazdığım kitapların hepsini okudum. Hatta ayırt etmeden söylüyorum, hepsine bayıldım. 😊 Galiba benim sorunum "lüzumsuz bir şekilde çok satan kitaplarla."  

Belki de buna sevinmeliyim. Nasıl olursa olsun bir kitabın yazılmasına, satılmasına sevinmeliyim. Kürk Mantolu Madonna'nın telifi bitince aynı anda pek çok yayın evi basmış diyorlar. Ne mahsuru var ki? Yeter ki okunsun. Galiba böyle düşünmeliyim. Zira okumazsak yazamıyoruz. Okumazsak zihnimiz toksinle dolmuyor. "Bilmek huzursuzluğu artırır" demiş Goethe. Okuyan insanımız olmazsa yazanımız da olmuyor. Zihninde toksin olmayan adam ne işe yarar? Evet evet galiba böyle düşünmem lazım. "Kötü kitaplar çok satıyor" diye endişelenmek yerine, "okuyan bir toplum bir noktadan sonra iyi kitap nedir, kötü kitap nedir bunu anlayacaktır" diye düşünmeliyim. Bu düşüncemi sevdim. 😉    

Eğitim öğretim döneminin ortasındayız. Kısa sayılmayacak bir tatilimiz var. Okumak için harika zamanlar. Koştum Dost Kitabevine. Gönlümde felsefi metinler okumak var ama bir yandan da kendimi şımartmak ve roman okumak istiyorum. Roman okumaya karar verdimse, kendimi engel olamadığım bir şekilde İhsan Oktay Anar kitaplarının dizili olduğu rafa bakarken buluyorum. Belki  yazmıştır bir şey diyorum. Uzun zamandır o rafa her bakışımda yeni bir kitap göremiyorum. Galiba İhsan Hoca'nın çok uzun bir ara verdiği kanaatindeyim! Bakındığım ikinci raf ise Murakami rafı oluyor. Kumandanı Öldürmek zaten daha yeni çıktı. Ne bekliyordum ki? Tabi ya! Mustafa Çifçi yeni bir hikaye yazmış olmasın? Gözüm Mustafa Çifçi rafına kayıyor ama ıııh orada da bir şey yok.   

Kafam karışık, kimi okusam diye raflar arasında dalgın bakınırken gözüme çok satan bir yazarın yeni kitabı takılıyor. Azra Kohen'in son romanı: Gör Beni. Evvelce kendisini hiç okumadım. Fİ-Pİ-Çİ serisinden haberim var amma içinde ne anlatır hiç bilmiyorum. Kitap Everest Yayınlarından çıkmış ve ilk baskıda tam yüz bin tane kopya çıkarmışlar. Evet, elimde "gerçek bir çok satan var." 😉 
Bir yazarla daha tanışmanın ne sakıncası olabilir diye düşünüyorum ve romanı alıyorum. 


Azımsanamayacak bir merakla daldım kitaba. Yazar, Cumhuriyet'in ilanından hemen sonraki dönemi anlatıyor. Hikaye, İstanbul'da yapılan ilk apartman olan Valpreda Apartmanının sakinleri arasında geçiyor. Boğaza bakan yalılarda oturan, soyları saraya dayanan ve yaşama Fransız ekolü bir pencereden bakan, ancak savaştan sonra kendini bir anda uyduruk bir apartman dairesinde bulan soylu bir aile ile savaşın tüm mihnetini çekmiş, sevdiklerini kaybetmiş ve her nasılsa kendisini İstanbul'da bu tuhaf apartmanda bulmuş başka bir ailenin hikayesi anlatılıyor. Hikayenin ana ekseninde sözü edilen iki ailenin çocuklarının yaşadığı aşk var. Zengin oğlan, fakir kıza aşık olur ve olaylar gelişir. Fonda, altı çizili bir aşk daha var ve yan yolda akan bir eski zaman hikayesi daha...Hikayedeki bu ana akışa; İngiliz ajanlarının manipülasyon çalışmaları, isyanlar, sosyal yaşamda kadının yeri, yanlış okunan İslam algısı, saltanat ile cumhuriyet arasında sıkışıp kalmanın yaşattığı bilişsel uyumsuzluklar ve dokunaklı bir hayvan sevgisi eşlik ediyor.  
        
Yazar kasıtlı mı seçti bilmem ama karakterleri neredeyse hepimiz tanıyoruz. Esas oğlan; zengin, yakışıklı, kültürlü ama yaşamın detaylarına dair farkındalığı ziyadesiyle düşük. Esas kız ise erdemli, namerde avuç açmaktansa ölmeyi yeğleyen, ailesinin, komşuların ve mahalle esnafının bir tanesi, yaşamla barışık, sabırlı, ölçülü, hayvanları seven, lafı gediğine koyan, kodu mu oturtan ve en önemlisi güzeller güzeli bir kız. Hikayede ki karakterler kadar isimler de tanıdık. Yazar bu konuda okuru uyarıyor ve isimleri gerçek kişilerle özdeşleştirirken kronolojik sıraya çok takmayın. Zaten bir dünya işiniz varken bir de bu kronolojik sapmalarla uğraşmayın, zarfa değil mazrufa bakın diyor. Söz gelimi roman boyunca meşhur Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ'ı meraklı bir genç kız olarak görüyorsunuz. Keza ana karakterlerden Ülkü de gerçek hayattaki karşılığına kısmen benziyor. Bazı karakterleri ise hiç tanımıyoruz. Dila isminde bir dansöz var mesela. Adı ile başlayan bir başlık olmasına ve merak uyandırmasına karşın yazar ondan bir kaç satır bahsedip karakteri unutabiliyor. Oysa Dila'yı ciddi ciddi merak etmiştim. Ya da Bedir karakteri. Onun adına da açılmış bir başlık var ama hikayenin kalanında Bedir'e yalnızca bir cenazede rastlıyoruz. Belki de bazı kitaplarda olduğu gibi romandaki karakterler hakkında hemen kitabın başında bir bilgilendirme yapılabilirdi. Semiha karakteri oldukça ilgi çekici ve derinlikli olmasına rağmen onu tanıyamadık. Yahut da Ali, kitabın sonunda karşımıza çıkan hali ile ilgili bir beklenti hissiyatı oluşturulabilirdi diye düşünüyorum. Güçlendirilmesi gereken en önemli karakter ise kesinlikle Selda idi. Çünkü saltanat döneminde saraylılara hizmetçilik yapan birinin Cumhuriyet döneminde ki eşitlikçi atmosferi nasıl okuduğu merak uyandırıcı olabilirdi. 😔

Romandaki en güçlü cümleler kadın mevzusunda kurulmuş. Cumhuriyetin kadını nereye koyduğu konusunda yazarı çok kararlı gördüğümü ifade etmeliyim. Ülkü ve İlmiye karakterleri bu konuda yazarın yaslandığı yer olmuş. Gayet de güzel olmuş. Zaman zaman erkeğin "testosterondan ibaret bir canlı" gibi yorumlanmasını bir kenara koyarsak kadının konumlanışını doğru buluyorum. Bu noktada bir şerh olarak yazarın Selim karakterine biraz haksızlık yaptığı kanaatindeyim. Zira bu kadar eğitimli birinin, Fransız ekolünden geldiği bilinen birinin ve kendi evindeki hanımlara bunca özenli davranmaya gayret eden birinin "at üstündeki" bir kadına bakıp bakmama veya kadının ata binip binmemesi konusunda tereddüt göstereceğini hiç sanmıyorum. Yeri gelmişken Selim'in kendine ve yeni yönetim algısına ilişkin yaşadığı zihinsel dönüşüme tanıklık edemediğimizi de bir eleştiri olarak eklemeliyim. Ülkü'nün kaçırılan atının uzun uzun anlatıldığı ya da kulüpte ata bindiği bölümler yerine Selim'in zihinsel dönüşümü esnasında kendisiyle yaptığı içsel diyalogları okumayı isterdim.

Kitapta bazı bölümleri okurken yazar "dinlenilecek müzik" önerilerinde bulunuyor. Bu fikir bir harika. Özellikle aşk sahnelerinde karşımıza çıkan bu öneriler sahnelerin etkileyiciliğini kesinlikle artırıyor. Yeni nesil ifadesiyle bu bölümlere rahatlıkla "artırılmış gerçeklik" diyebiliriz. 😊 Pek çok okurun bu sahnelere bayılacağını rahatlıkla söyleyebilirim. 

Hikayenin hemen yanında yol alan diğer hikaye ise en az yazarın "aşk ve kadın" hakkında kurduğu cümleler kadar etkileyiciydi. Bu yan hikayede Yeni Türkiye'nin okullarında okutulan İnsanlık Tarihi dersi müfredatını takip ediyoruz. Karşımıza Sümer tabletleri, peygamber mucizeleri, Anunnakiler ve her duruma göre mütemadiyen değişen tarih bilinci çıkıyor. Bu noktada yazar, okuyucuyu araştırmaya motive edecek harika noktaların altını çiziyor. Tapınak fahişelerinin kullandığı peçeye yapılan atıf ise kitabın birleştirici ruhuna pek uygun olmamış. Bu bölümlerde kutsal kitapların peygamberler tarafından "indirildiğini" ifade eden bir kaç cümle var. Oysa bu kitapları onlar bir yerden indirmediler. Bu kitaplar onlara Allah tarafından "vahyolundu". Titiz bir yazar olduğu  anlaşılan Azra Kohen'in bu durumu gözden kaçırdığını hiç sanmıyorum. 😔
  
Kitapta sesli güldüğüm iki yer vardı.  Birincisi, Atatürk'ün "Köylü milletin efendisidir" sözünün o dönemin şartlarında eski saraylılar tarafından nasıl anlaşıldığını okumak oldu. O güne kadar "kul" olarak görülen adama "efendi" denince olanlar saraylıları çokça rahatsız etmişti. Bir sahnede, arabasıyla tozu dumana katarak bir köylünün yanından geçen Selim dikiz aynasından köylünün kendine sertçe baktığını görünce köylü adamın yaptığını 'hadsizlik' olarak görüyordu. Eskinin çapulcuları şimdi Cumhuriyeti bulunca adam mı olmuşlardı? 😂😂    

İkincisi ise Orhan'ın Atatürk'ü savunurken "ne yapmış bu adam kızını danışman, damadını bakan mı yapmış?" dediği sahneydi. 😂

En çok ilgimi çeken iki konu ise şunlar oldu. 

Kitap boyunca onlarca kez karşımıza çıkan iki durum var. Birinde yazar; "uçarcasına, yaparcasına, koşarcasına, gelircesine, verircesine, alırcasına, görürcesine, avunurcasına............." gibi ifadelere sıkılıkla başvuruyor. Bu tarz fiiller onlarca kez kullanılıyor. Belki de her şey normaldir ama benim dikkatimi çok fazla çekti? 

Diğerinde ise karakterlerin kendi kendilerine birtakım hatırlatmalarda bulundukları ve tarz olarak birbirine çok benzeyen onlarca cümle var. Burada bir yaklaşım mı/yöntem mi var acaba? Bir kaçı şöyle;

"Cennet, ancak paylaşılarak kurulabilecek en güzel yer değil miydi?"
"Hayatın en verimli terapilerinden biri acıyı paylaşmak değil miydi?"
"Toplumları, insanlığı doğuran kadınlar hayatın en önemli hizmetlisi değil miydi?"
"Aşk toplum tarafından kabul gören tek delilik değil miydi?"
"Gerçeğimizi her daim görenler değil miydi gerçek dostlarımız?"
"Hissettiklerimiz değil miydi cennetimiz ya da cehennemimiz?"
...................................................................................................
....................................................................................................

Son tahlilde Gör Beni romanı mutlak surette okunması gereken bir kitaptır diye düşünüyorum. Azra Kohen'i emek verdiği bu titiz çalışma için tebrik ediyorum. Emeklerinin karşılığını bulmasını dilerim. 
Zaten her kitap cepte taşınan gül bahçesi değil miydi? 😉😉😉


















      

13 Ocak 2019 Pazar

Kocası Ölen Kadınlar Neden Yakılmalıdır?

Kafka, "Bir kitap içimizdeki donmuş denize inen bir balta olmalıdır." diyor. Ali Şeriati'nin kitaplarının hemen giriş cümlesinde ise şöyle yazar: "Sizi rahatsız etmeye geldim." (Bu ifade aynı zamanda kitaplarından birinin adıdır.) Adı geçen yazarların ikisi de iddialarında başarılıdır. Kafka kitapları insanın içini acıtır. Bu nedenle "balta" metaforu cuk oturmuştur. Şeriati'nin "rahatsız edeceğim" tehdidi ise adeta bir pazarlık içerir. 'Ağzının tadını bozmak seni korkutmuyorsa okumaya başla' der gibidir. Caner Taslaman Hoca da neredeyse her kitabında benzer bir şey yapıyor. İçimizdeki donmuş denize sert bir balta darbesiyle ya bir kesik atıyor yahut da kurduğu cümlelerle bizi rahatsız ediyor ve mütemadiyen zihinsel konforumuzu bozuyor. Bence o da kitapları hakkında bir motto üretmeli. Şöyle bir şey olabilir mesela: "Kemerlerinizi bağlayın, uçuşa geçiyoruz." Ya da şöyle bir şey olmalı: "Birazdan okuyacağınız şeylerin tamamı gerçeklerden oluşmaktadır. Sayfaları çevirmeye başlamadan önce lütfen geleneksel kodlarınızı ve zihinsel bagajlarınızı vestiyere bırakınız." 😁

Caner Hoca bu kez bilinen dünya tarihi boyunca içinden kimselerin çıkmayı beceremediği bir meselenin İslami yüzünü yazmış. Yeşil sarıklı ulu hocaların mırın kırın ettiği, değme filozofların 'ya tabi çok da şey yapmamak lazım' dediği ve modern bilimin 'hakikaten yahu bu kadınlar tam olarak ne istiyor?' noktasından bir adım öteye gidemediği bu konunun adı: Kadın.  

Hoca bu kez kitabı eşiyle yazmış. Kitabın kapağında hocanın eşi Feryal Taslaman Hanımın da ismi var. Bu müthiş bir şey aslında. Zira bu çalışmayı eşi ile birlikte yapmış olmakla Caner Hoca şöyle demiş oluyor: "Kitapta hanımın rıza göstermediği hiç bir cümle yok."😅 Böylece kitabın sağlaması henüz yazım aşamasındayken yapılmış oluyor. Yeri gelmişken sosyal medyada hocayı linç etmek isteyenler için uydurma bir gerekçe yazmalıyım: Kitabın kapağında Caner Hocanın ismi eşinin isminin üstünde yazılmış. (pekala konjonktüre uygun bir gerekçe 😅)   

İslam ve Kadın zihinlerdeki hemen her soruya cevap veren bir kitap olmuş. En azından kitap bittiğinde benim aklımda bir soru dışında hiçbir şey kalmamıştı. Kitap "hap bilgiler" şeklinde tesmiye edilecek bir eksende yazılmış. Neredeyse boşu boşuna kurulmuş bir tane bile cümle yok. Hepsi ihtiyaç, hepsi nakit. Hatta bazı konular detay çalışması yapılabileceği halde 'okur sıkılmasın aman şu meseleyi doğru anlasın' denmiş gibi kısacık tutulmuş. Bu nedenle kitap çok kolay okunuyor. Dili pekala akıcı ve yalın. Hizmet resmen ayağımıza gelmiş. 😅   

Eğer geleneksel kodlara sahip biriyseniz ve kitabı okuduktan sonra yaşayacağınız bilişsel uyumsuzlukla başa çıkmak size zor gelecekse hiç başlamayın derim. Zira kitap kadınla ilgili bilinenlerin ciddi bir kısmını rafa kaldırıyor. İlmihal kitapları, hadis külliyatı, mezhep imamlarının görüşleri ve Gazali gibi itibarlı isimlerin görüşleri kitap boyunca tel tel dökülüyor. Yok ille de okuyacağım bu kitabı diyorsanız ve geleneksel dini algılara sahip biriyseniz, kitabı okumaya başlamadan 20 dakika kadar önce sakinleştirici etkisi ile bilinen melisa çayından bir kaç bardak içmenizi öneririm. Çünkü okuyacaklarınız sinirlerinizin gerilmesine neden olabilir. Uyarmadı demeyin. 😊

Caner Hoca hayran kalınacak bir naiflik, sabır ve zihinsel dolulukla kadın hakkında Kur'anda yazanlarla Kur'an dışı kaynaklarda yazılanların başka başka şeyler olduğunu söylüyor. Söz gelimi "Huri" dendiğinde anladığın şey "o şey" değil diyor. Yahut "cariye" dendiğinde anladığın şey ile Kur'anın anlattığı şey aynı değil diyor. Ve bunu hemen her konuda söylüyor. Miras, çok eşlilik, boşanma, zina, adet hali...Bunları okurken yazarın yaslandığı yegane yerin Kur'an olduğunu görüyorsunuz. Yazar Kur'anın kadına gerçek değerini verdiği iddiasının altını tekrar tekrar çiziyor. Zira Kur'an dışı kaynakları referans kabul ettiğiniz anda; kadın karşınıza bir yerde fitnenin kaynağı, başka bir yerde bir maymun, bambaşka bir zaman ve zeminde ise bir köle olarak çıkıyor. Kadın adına ortaya çıkan bu onursuz tablo ise Kur'anın o müthiş üslubu ile yerle yeksan oluyor. Kur'an kadın ve erkeği yan yana koyuyor ve onlara şöyle diyor: "...birbirinizin elbisesi olun" (Bakara-187) başka bir yerde bu kez göz göze koyuyor ve orada da şöyle diyor "...huzur bulasınız diye kendi türünüzden eşler yarattık..." (Rum-21)  

Hocanın altını ısrarla çizdiği bir başka konu ise Kur'anın dünya kültürleriyle olan münasebeti ve mücadelesi oluyor. Bu noktadaki açıklamalar ve sosyolojik bakış kitap boyunca okumaktan en çok keyif aldığım  ve kendimi ikna olurken bulduğum bölümler oldu. Okudukça yadırgadığım ama bir yandan da hiç bir zaman böyle bir toplum olmadığımız için kendimizle gurur duyduğum yerler vardı. Şunlara baksanıza: Hindistan'da kocası ölen kadınların yakılması gibi bir gelenek var. Ortodoks Yahudilerin kadını koydukları yer çok feci. Bu adamlar her sabah uyandıklarında dünyaya kadın olarak gelmedikleri için Tanrıya şükrediyorlar. Cahilliye Arapları için ilk çocuğun kız olması gerçek bir onursuzluk olarak addediliyor ve çocuğu diri diri gömüyorlar. Medeniyetin beşiği gibi dünyaya servis edilen Atina'da kadın eve kapatılmış vaziyette yaşıyor. (Spartalılar Atina'ya akraba sayılır. Filmde kadınlar mecliste bile konuşuyor😵) İran'da adet gören kadın "bu illetten" kurtulana kadar şehir dışındaki bir çadırda kalıyor. Bunları okuyup olan biteni zihninizde bir yerlere koymaya çalışırken pat diye ortaya bir hadis çıkıveriyor ve "kadının kocasının önünde secde etmesi gerektiğini" söylüyor. Hoca bu noktalarda kadının tarih içinde konum alırken yaşadığı iki temel çatışma olduğu tespitini yapıyor. Biri; tefsir yazarlarının, hadisçilerin, fıkıhçıların, mezhep imamlarının ve müslümanların dini paradigmasını biçimlendiren bilumum düşünürlerin  erkek olması, diğeri de Kur'anla yeni tanışan toplumların kafalarındaki kadın imajı ile Kur'anın ortaya koyduğu kadın imajının bir türlü örtüşmemesi oluyor. Zira hakkını arayan, yaşamın her alanında hareket eden, çalışan, evlenme boşanma gibi önemli kararları tek başına alan ve erkeğe bağımlı olmadan yaşayan bir kadın tipi erkeklerin hiç hoşuna gitmiyor. 😊 Caner Hoca kadının doğru konumlandırılması için yapılması gerekenin dini olanla geleneksel olanın birbirinden ayrılması olduğunu düşünüyor. Çünkü geleneksel olan kutsal değildir. 

2019 yılındayız ve göya gelişmiş bir dünyada yaşadığımızı varsayıyoruz. Neredeyse keşfedilebilecek her şeyi keşfettiğimizi düşünecek kadar kibir sahibiyiz. Ne ki hala "kadın" mevzusunu çözebilmiş değiliz. Kitap, halen dünya üzerinde 40 milyon kadının seks kölesi olarak çalıştığını söylüyor. Oysa köleliğin çoktan ortadan kalktığını düşünüyorduk. Bu sayının dünyada köle sayısının en yüksek hali olduğu söyleniyor. Bu nedenle kadınlar hakkındaki farkındalığın artması ve kamuoyundaki bilinç düzeyinin yükselmesi için İslam ve Kadın kitabı dikkatle okunmalı, okutulmalı diye düşünüyorum. 

Kitaba dair yegane eksiklik ise Hristiyan ve Yahudi dindarların kadına bakışlarını öğrenememek olarak karşımıza çıkıyor. Zira Taslaman Hoca sık sık İsrailiyat ve Mesihiyyat kaynaklarındaki kadın algısından etkilenen İslam kaynaklarını eleştiriyor. Bu kaynakların tamamı dini yayınlar satan kitapçılarda var. Yani sahadalar. Peki, mevcut Hristiyan ve Yahudi dünyasındaki kadın algısı bu kaynaklardan etkilenme noktasında bize göre nerede? Bu toplumlar kendi kaynaklarına nasıl bakıyor? Zira kadına dair algıları bize göre bir hayli iyi durumda.

Hocam programınızda ne var bilmiyorum ama "Kötülük Problemi" başlıklı bir kitaba ihtiyacımız var. Selam.









   

9 Ocak 2019 Çarşamba

Akbabadan Kargaya...

Bitmek bilmeyen bir iştiyakla gelecekten ümitli olan insanlara gizli bir hayranlık duyduğumu söylemeliyim. Kimilerini kıskandığım da olmuştur. Zira ben geçmişten yakasını kurtaramamakla malul bir adamım. Amerikan psikoloji dünyasında yaptığı "tuhaf" deneylerle nam salmış bir ağabey var. Philip Zimbardo, yakınlarda dilimize kazandırılan Zaman Paradoksu isimli çalışmanın da müellifi. Meşhur Stanford Hapishane deneyini kurgulayan abimiz yine bu Zimbardo. Mezkur kitapta ilginç bir konuyu çalışmış ve geçmiş-şimdi ve gelecek odaklı insan tiplerini anlatmış. Hangi zaman perspektifinde yaşadığınızı bulmanız için bir de test yapıyor. Meraklısı için testle ilgili link şöyle...http://www.thetimeparadox.com/zimbardo-time-perspective-inventory/

Zimbardo üç zaman perspektifinin de kişiyi makul ölçüde biçimlendirdiğini ancak birine takılı kalmanın sorunlar yaratabildiğini söylüyor. Dünya üzerindeki hemen her şeyde olduğu gibi önemli olanın itidal olduğunu vurguluyor. İlle de övdüğü zaman perspektifi "gelecek zaman", yerdiği zaman perspektifi ise çoğunlukla "geçmiş zaman" oluyor. Geçmişinde takılıp kalan tiplerin daha depresif, umutsuz, kaygılı, agresif ve yıkıcı olduğunu söylüyor. Gelecek odaklı tiplerin ise daha mutlu, planlı, özverili, akıllı ve yapıcı olduklarını söylüyor.

Kapaktaki resim Fatih'in meşhur resmini çizen İtalyan ressam Bellini'nin "Oturan Katip" isimli tablosu...Kitaptaki öyküsü daha çarpıcı.
İskender Pala'nın son romanı İtiraf'ı okurken aklıma sık sık Zimbardo'nun gelecek odaklı kişilere yaptığı pozitif atıflar geldi. Romanın baş karakteri Akbaba/Karga/Ornio mutlak anlamda geleceğe odaklanan müthiş bir adam. Zimbardo onunla tanışsa acaba ne derdi? Akbaba, geçmişte yaşadığı trajik bir olaydan hızını alıyor ve gelecek odaklı muazzam bir karakter çiziyor. Pala'nın yarattığı ve içini incelikle doldurduğu bu adama bayıldığımı söylemeliyim. -Bundan önceki kitaplarında aklımda kalan sivri bir karakter olmadı.- Kitap boyunca yaşamına tanıklık ettiğimiz Akbabada neredeyse hiç "şimdi" yok. Onu zaman zaman geçmişte ama çoğunlukla gelecekte gezinirken buluyorsunuz. Alabildiğine çirkin, alabildiğine küstah ve çiğ bir adam. Hile, fitne ve dedikodu konusunda eline su dökebilecek birini bulmak zor. Gerçek bir profesyonel. Bütün bu kötücül yanlarına rağmen içinde hiç susturamadığı ve rikkat sahibi olduğu gün gibi aşikar bir adam daha var. Çünkü hoca, karakteri öyle latif bir dille anlatmış ki, ulu devletluların "tiz kellesi vurula" diyeceği  adama kendinizi merhamet ederken buluveriyorsunuz. Öyle de büyülü bir figür. Bir o kadar da iddialı. Çünkü Akbaba kendini çok ciddiye alıyor ve biricik düşman olarak kendine Tanrıyı seçiyor. Tüm maksadı "Tanrının acı çekmesi." Bu nedenle kendini şeytanla özdeş kılıyor. Adeta stajyer bir şeytan gibi hissediyor ve şeytani yanlarının paslanmaması için zaman zaman gidip özel kötülükler yapıyor. Kullanılmayan bilgiler unutulur öyle değil mi? 😉 

Onun yüz üstü bırakamayacağı kimse yok. En sevdiği bile olsa sırtından vuramayacağı bir fani yok. Namussuzluğu konusunda etrafına tarif edilemez bir güven telkin etmiş. İskender Hoca, zaman değişse de dertlerin aynı olduğunu ve değişenin sadece insanlar olduğunu söylüyor. Bu çerçeveden bakıldığında Akbaba'yı tanımlayacak günümüzde harika bir sözcük var: "Trol" evet evet Akbaba gerçek bir sosyal medya trolü...😁 Onun omurgası yok ama bir duruşu var. Yapacağı kötülüğün bir sınırı yok ama farkdındalığı çok yüksek. Öyle duyarlı ki, bir fedai gözünün birini oyduğunda yaşadığı korkuyla başa çıkabilmek için ilk önce intikam için diş bilediği Tanrıya sığınmayı seçiyor. Hayatta kalmayı başardığı sürece kimlerle bir arada olduğunun zerrece önemi yok. Marjinal bir tarikatın içinde onlardan biri gibi görünerek ve hatta hissederek aylarca yaşayabilecek türde bir "bilişsel donma" yaşayabiliyor. Neden sonra içinde mütemadiyen nefes alıp veren kötü adamı hatırlıyor ve bir anda çirkinleşmeyi başarıyor. Çok güzel seviyor ama sağlıklı bir bağlılık gerçekleştiremiyor. Zira onun için değerli olan biri yok. Velhasıl Akbaba gerçek bir patolojik vak'a...  

Akbaba böyle...İskender Hoca bu romanda da geleneği bozmamış ve tarihi bir olayın kılcal damarlarına dalıvermiş. Hem Karun ve Anarşist hem Abum Rabum'da okuduğum (belki önceki romanlarında da vardır?) iyi ile kötünün bitmeyen savaşına bir kez daha dokunmuş. Bu kez olay Devlet-i Ali Osmaniye'nin en ışıltılı döneminde geçiyor. Yükselme döneminde. Fatih, II. Beyazıt ve Yavuz kanlı canlı halleriyle kitapta nefes alıyorlar. Hoca bu kitapta da bilim ve sanatın bir toplum için önemine sık sık değiniyor. Bu kez biraz daha konjonktürel bakmış ve tarikat-cemaat gibi yapıların devletle olan iltisaklarının sakıncalarına da değinmiş. Hatta uyarı üstüne uyarı yapmış. Kültürün ve sanatın öneminden bahsederken Molla Lütfü gibi bir isme de itibarını iade etmeyi ihmal etmemiş. Keşke tarihimizde mumla aradığımız filozofların yokluğuna da azıcık değini verseymiş. Hatta bu meyanda Molla Lütfü'nün farklı kaynaklarda geçen öyküsüne de atıf yapılabilirmiş. Zira romanda kitap hırsızlığından sürgüne gönderilen Molla, bazı kayıtlarda müfredattan kaldırılan felsefe-riyazat-hendese gibi derslerle ilgili çıkışından dolayı sürgüne gitti şeklinde anlatılıyor. Belki bu noktadan bir kanal açıla bilirmiş. 

Hikayenin fonunda -Akbaba'nın rampa olarak kullandığı- Hz. Musa ile kendisinin Hızır olduğu varsayılan (çünkü Kur'an bu konuda net bilgi vermez. Kamuoyunda Hızır adıyla bilinen kişiden "kendisine hikmet verilmiş kimse" diye bahseder.) kişinin yolculuğu var. Kur'anda çok çarpıcı olaylarla ve ağır bir sembolik dille anlatılan bu kıssa sanki daha etkili bir anlatımda kullanılabilirmiş diye düşünmeden edemedim. Ne ki bu fon, kitapta havada kalan bir kaç yerden biri olmuş. Hocanın zihninde ne vardı anlayamadım ama Hz. Musa'nın yolculuğunda yaşananlar ile Akbaba'nın yaşamında kurduğu analojiyi mantıklı bul(a)madım. Hikmet verilen kişinin ördüğü duvar ile Akbaba'nın örüyorum dediği duvar örtüşmüş mü bir de siz bakın diyorum. Yahut öldürülen çocuk ile Akbaba'nın öldüreceği çocuk? N'bileyim delinecek gemi dışındaki benzerlikler pek bir sakil durmuş.  

Romanda yine "yazarın zarafeti" ile ilgili olduğunu düşündüğüm bir sorun daha var. Kitabı Akbaba'nın gözlerinden bakarak okuyoruz. Akbaba kötü bir karakter. Osmanlı Devleti ve bu devletin padişahı olan Fatih'e senelerdir diş biliyor. Buna rağmen Fatihle olan karşılaşmalarında yaşadığı içsel gerilim, kullandığı övgü dili ve gördüğü ihtişam karşısında etkilenen adam çok gerçekçi gelmedi. Yahut Akbaba bu sahnede böyle davranmazdı mı demeliyim? Keza delinecek gemi mesabesinde gördüğü Osmanlı'nın engin hoşgörüsünü ve adalet sistemini de öve öve bitiremiyor. Bu bölümler romandaki gerçekçi havayı "yazarın romantik bakışına" feda ettiğimiz hissiyatını uyandırdı. Bu noktalarda bir okur olarak beklentim daha eleştirel bir Akbaba profiliydi.   

Son tahlilde İtiraf, İskender Hocanın klasiklerinden biri olarak kayıt altına alındı. O, genel bir okur kitlesine sesleniyor bunu anlıyorum amma arada sırada da lezzet düzeyi daha yüksek, kıvamı daha yoğun okumalar yapmak isteyen okurlar için bir şeyler olsa diye düşünüyorum. Söz gelimi Akbaba ile Yavuz'un karşılaştığı ilk anda yaşanan diyalog damakta tat bırakan cinstendi.