23 Ocak 2017 Pazartesi

Bir Müslüman Evrimci Olabilir mi?

Yıl olmuş bilmem kaç, hala dünyaya nasıl geldiğimizi ve yeryüzüne nasıl dağıldığımızı bilmiyoruz. Hayır, leylek teoreminden bahsetmiyorum. İlk atalarımızın buraya nasıl geldiğinden bahsediyorum. Kimileri; 13,8 milyar yıl önce evren, 4,5 milyar yıl önce de dünya oluştu diyor. Kimileri bir tarihte uzaylılar tarafından bu ıssız gezegene bırakıldık diyor. Kimileriyse cennetten kovulduğumuzu ve cenneti yeniden hak edebilmek için buraya gönderildiğimizi söylüyor. Bu kadar fikir arasında kesin olan tek şey var: Buraya nasıl geldiğimizi kimse bilmiyor. 

Bilinen insanlık tarihi taş çatlasın 70 bin yıl. Bu 70 bin yılın ise belki 10 bin yılı hakkında 'biraz' fikrimiz var. 4,5 milyar yıl ile 70 bin yıl arasında muazzam bir zaman farkı var. O esnada neler oldu? Dünya nasıl bir yerdi? Arsalar kaçtan gidiyordu? Hepsi tahmin, hepsi teori, hepsi kuram. 70 bin yıl öncesi için bildiğimiz bir şey varsa o da şu: Buralar hep dutluktu. Sonra TOKİ geldi ve yaşam başladı. 😉

Dünyanın oluşumu ile ilgili en çarpıcı hesaplama ise bir İngiliz akademisyenden gelmiş. 17. yy'da yaşayan John Lightfoot üşenmemiş hesaplamış ve demiş ki: "Dünyamız milattan önce 4004 yılında, bir ekim sabahında, saat 09.00'da oluşmuştur. Günlerden de pazardır." Vallahi bunu demiş. Oysa o gün mesai olmaması lazım ve saat 9 çok erken... 😊

Laf çok uzadı. Taze bir kitaptan bahsedeceğim. Caner Taslaman'ın Bir Müslüman Evrimci Olabilir mi? isimli yeni kitabından. Kitap, 2017 Ocak basımı. Caner Hoca, yakından takip etmeye çalıştığım biri. Yakından dediğim fanatik bir Yozgat Spor taraftarı gibi kar kış demeden her deplasmana gidiyorum anlamında değil. Söz gelimi, kitaplarının tamamını okudum. You Tube kanalında ne var ne yok defalarca izledim. Katıldığı TV programlarının büyük bir kısmını izledim. (Zahide Yetiş dahil😋) Sosyal medyada paylaşımlarını "like" ediyorum, daha ne olsun? Galiba bir tek katıldığı panel, seminer vb. etkinliklerde bulunmadım. Şöyle uzaktan bakınca fena bir "fan'ı" sayılmam. 

Görüşlerini çok kıymetli bulduğum, tarzını ve duruşunu takdir ettiğim biri. Eğitimli biri olması, altı çizilecek bir akademik kariyer sahibi olması gibi etkenler ise fikirlerinin farklı dini/politik duruşu olan insanlar tarafından da dikkate alınmasını sağlıyor. Sağ olsun.

Türkçe'mizde "kitabın ortasından konuşmak" diye bir deyim var. Caner Hoca bu kitabında tam da bunu yapıyor. Kitap kavga sebebi olabilir, uyarmadı demeyin. Zira kitap, müslümanların görece hassas oldukları bir konuda ve hem nalına hem mıhına vuruyor. Hoca bu kez evrimden ve bir müslümanın bu konudaki duruşundan bahsediyor. 

Peşin peşin söyleyeyim: Hoca, bir müslümanın evrime inanabileceğini söylüyor. Göz bebeklerinizin büyüdüğünü görür gibiyim. Ama öyle, hoca gerçekten böyle düşünüyor. Kitabın çerçevesi çok net: "Evrime inanmak, İslam dini açısından bir sorun teşkil eder mi etmez mi?" "Bir müslüman hem evrime inanıp hem de müslüman kalabilir mi?" Öte yandan evrim teorisinin açmazları, evrime karşı görüşler nelerdir? vb konular, kitapta yok. Kitabın tüm gayesi, bir müslümanın evrime inanması mümkün mü sorusuna cevap aramak. Bu soruya cevap bulmak için; hem bilimsel, hem dini, hem de felsefi bir diyalektikten yola çıkılmış ve çok sistematik bir çalışma meydana gelmiş. Caner Hoca; bilimin, dinin ve felsefenin farklı hakikatleri olacağına inanan biri değil. Bu nedenle kitap bu üç bakışa da yer veriyor.

Hoca, evrim konusunun aslında biyoloji biliminin alanına girdiğini belirttikten sonra temel bir paradigma sorununa işaret ediyor. Dünyanın varoluşu ile ilgili ne biliyorsunuz? Kutsal kitaplarımız bize bu konuda ne anlatıyor? Bu konuda hadislerden, ayetlerden, menkıbelerden, tevatürlerden günümüze kadar gelen hangi bilgi var? Cevap: Bir şey yok. Kur'an bu konuda hiç bir bilgi vermiyor. Kur'an bir konuda bilgi vermiyorsa, hakikatin peşine düşmeli değil miyiz? Bu noktada kitaptan "Bir müslüman din adına neyi reddetmelidir?" sorusunun cevabını alıyoruz: Cevap şöyle: Eğer bir iddia Kur'an ile çelişiyorsa o iddia reddedilir. Konu, evrim teorisi gibi Kur'anda karşılığı olmayan ve hiç bir şekilde değinilmemiş bir konu ise bu noktada müslüman başka bir tavır belirler. Çünkü bu konu imani/itikadi bir mesele olmaktan çıkmıştır. Evrim de böyle bir konudur. Yani İslama göre; evrime inanmadığınız için imanlı bir mümin, inandığınız içinde ateist olmazsınız. Son tahlilde evrime olan bakışınız sizin Allah'a olan inancınızdan bağımsız bir durumdur. Bir de şunu aklımızdan çıkarmamalıyız: Evrim şu ana dek yaratılışı inkar etmemiştir. Hoca'ya göre durum bu kadar net. 

Hatta hoca, evrim hakkındaki bu ön yargılardan dolayı hakikatin iyice bulanıklaştığını ve yanlış çıkarımlarda bulunulduğunu söylüyor. Bu mesele etrafında oluşan kutuplaşmanın ise müslümanlara zarar verdiği kanısında. Çünkü evrim denilen bu teori, yalnızca bir iddia. Bir iddia, Kur'anla çelişmiyorsa bunda bir sorun aranmasına gerek yok. Kur'an Allah'ın canlıları yarattığını açıkça söylemektedir. Fakat bu yaratmanın nasıl olduğunu açıklamamıştır. Bu nedenle bir müslüman evrimci olabilir. Fakat bu, evrimci olmak zorundadır şeklinde algılanmamalıdır. Tuhaf gelebilir ama müslümanların evrime olan bakışları ile ilgili bir de anket var kitapta. Anket sonuçlarını görmenizi öneririm. Anketi yapan kurum Pew Research Center. Dini konularda araştırma yapan bir kurum. Az ileriden bu kurumla ilgili şöyle bir bilgiye ulaşabiliyorsunuz: Buradan

Kitap, sistemli bir sıra ile önce evrim teorisini Kur'andan ayetlerle reddeden fikirleri değerlendiriyor. Bu bölümde "ol der ve olur", "dünyanın altı günde yaratılması", "Hz. Nuh tufanı", "çamurdan yaratılma" gibi başlıklar altında ayetlerin evrimle çelişmediği anlatılıyor. İkinci bölümde ise "Kur'anda evrim teorisi anlatılıyor" diyenlerin gösterdiği ayetler değerlendiriliyor ve Kur'anda evrim teorisinin anlatılmadığı gösteriliyor. Yani, nasıl bakarsan bak Kur'anda evrimi anlatan bir ayet bulamayacaksınız diyor. Peki, ne öneriyor? Yazar, sözü bağlarken müslümanlara mutlak bir teolojik agnostisizm (bilinemezcilik) önerdiğini söylüyor. Yani, evrim konusunda ileri geri konuşmanıza gerek yok. Bu konu bizim kutsal kitabımızda yok. Bu nedenle imani bir mesele değil. Okuyun, araştırın, inceleyin, değerlendirin, tartışın ama bu meseleyi iman-inkar noktasına getirip abartmayın diyor. Kur'an bir meselede bir şey söylemediyse, bir imada bulunmadıysa müslüman biri, varoluşun alternatifleri arasına neden evrimi koymasın ki diye de soruyor? Çünkü okurken göreceğiniz gibi evrime inanmak Caner Hocayı rahatsız eden bir şey değil. Hatta hoca, varoluşu anlatan pek çok şey içinde evrimin en sevimlisi olduğunu bile ifade ediyor. Öyle ki; Ebu Leheb gibi bir karakterle aynı gezegende yaşamak rahatsız etmiyor da bir maymunla akraba olmak mı rahatsız edecek? diyerek farklı bir bakış açısı sunuyor. Takdir aziz okurun. 

Kitap, sinir sisteminizi yavaş yavaş geren bir atmosferde akıyor. Sayfalar ilerledikçe ateşiniz yükseliyor ve ağır ağır ısınan buharlı bir ütü gibi hissediyorsunuz. Yazar evrimle ilgili görüşlerini açıkladıkça kulaklarınız ve burnunuzdan dumanlar çıkmaya başlıyor. Çünkü okuduklarınız uzun zamandır bildiğiniz şeylerden çok başka. Yazar, hiç gözünüzün yaşına bakmıyor. Bir sağa bir sola kroşelerle kitabı tek solukta bitiriyorsunuz. Çarpıcı ve motive edici. Kitap bittiğinde ise evrimle ilgili okumalarınızı gözden geçirmeniz gerektiği kanaatine varıyorsunuz. Çünkü bir şeye itiraz etmek için onun imkansız olduğunu ispatlamanız gerekir. Çalışmak lazım.  

Kitapta kısa tutulmasından rahatsız olduğum iki konu var: Birincisi Sosyal Darwinizm. Bu konu sanki yüzeysel geçilmiş gibi. Burada evrimin sosyal yaşama yansımaları yalnızca Hitler üzerinden bir örnekle açıklanmış. Keşke Amerika'nın yapıp etmeleri ve günümüzün vahşi kapitalistlerinin yaptıkları da somut örneklerle anlatılmış olsaydı. Böylece evrim teorisi ile Sosyal Darwinizm arasındaki fark daha net görünür hale gelirdi. İkinci konu ise Allah'ın varlığının evrimden bağımsız bir durum olduğunun anlatıldığı bölümler. Burası biraz daha ayrıntılı olabilirdi. 

21. yüzyıldayız ve insanın buraya nasıl geldiğini anlatan hakikatli bir bilgiye sahip değiliz. İnsanlık tarihi bu soruya ikna edici cevap vermiş bir faniye henüz tanıklık etmedi. Elimizde; büyük annemizin bir şempanze olduğunu söyleyen evrim teorisi, cennetten ya da dünyadaki bir bahçeden kovulduğumuzu söyleyen ama nasıl çoğaldığımızı anlatmayan ayetler ve uzaydan geldiğimizi iddia eden NASA çalışanlarının tahminlerinden oluşan bir kaç seçenek var. Allah'a ve ahiret gününe olan imanımız ise yanı başımızda duruyor. Belkide bin yıllardır süren ontolojik yalnızlık hissimizin sebebi bu köken bilgisinin eksikliğidir.😊 Net bildiğim bir şey varsa o da ömrümün "buraya nasıl geldik?" sorusuna verilen cevabı görmeye vefa etmeyeceği. Bu nedenle gelecek bin yılda bu soruya cevap bulacak türdaşlarımı da şimdiden tebrik ediyorum. Başarınızın tadını çıkarın. 


Hazır Caner Hoca'dan söz açılmışken "İslam Dininde Kötülük Problemi" konulu bir çalışma beklediğimizi de hatırlatalım. 



     

18 Ocak 2017 Çarşamba

Karun ve Anarşi(K)

"De ki: Dolaşın yeryüzünü! Sizden önce yaşamış olan günahkarların sonlarının ne olduğunu görün. Onların çoğu Allah'tan başka varlıklara veya güçlere ilahi sıfatlar yakıştırmışlardı." 

Rum-42 

Orhan Pamuk, son kitabı Kırmızı Saçlı Kadın'da iki efsaneden yola çıkıyor ve bu efsanelerin günümüzde benzer şekillerde yaşandığını anlatıyordu. Pamuk, adı geçen kitabında Firdevsi'nin Şehnamesi ile Sophokles'in Kral Oidipus'undan esinlenmiş ve ortaya baba oğul ve doğu batı ilişkilerini sorgulayan/irdeleyen bir kitap çıkmıştı. "Tarih tekerrürden ibarettir." sözü mucibince benzer bir kurgu da yakın zamanda izlediğimiz Cloud Atlas (Bulut Atlası) filminde karşımıza çıkmıştı. Orada da tarihin farklı dönemlerinde yaşamış 6 karakter anlatılıyordu. Filmde karakterler her dönemde aynı kalıyor, ancak rolleri değişiyordu. Esasen hem Orhan Pamuk'un kitabında, hem de Bulut Atlası filminde mantık aynı şekilde işliyordu. "Kişiler ve olaylar değişse de insanı hareket geçiren güdüler hep aynı." Hırs, kıskançlık, açgözlülük, bencillik, ihanet....

Ne diyordu Asr suresi: İnsan hüsrandadır.

İskender Pala, son kitabı Karun ve Anarşist'te bu kadim duyguları bir kez daha gündeme getiriyor. Tarihin, mütemadiyen kendini tekrar eden ve içten içe rahatsızlık veren tuhaflığını bir kez daha düşünmemizi istiyor. Habil ve Kabil'le başlayan kavganın hala devam ettiğini ve bu kavganın bir kazananının olmayacağını da anlatıyor. Zira kitapta kazanan yok. Kaybeden ise çok.     

Roman, hoş ve keyifli bir tarihi yolculuk fırsatı veriyor. M.Ö 550'de Lidya'dan başlayan yol, 1980'nin İstanbul'una kadar uzanıyor. Kitabın ana ekseninde savaş, iktidar, para, darbeler ve ölüm var. Fonunda ise aşk, ihanet, hırs ve bilgelik. 

Kitap, Altın başlıklı birinci bölümünde 2500 yıl öncesinden lafa başlıyor. Lidya toplumunun alamet-i farikalarından sıkça bahsediyor. Erkeklerinden, kadınlarından, altınlarından, mezarlarından, sanatlarından ve ayakkabılarından. Hepsi ile ilgili de tarihi kayıtları sunuyor. Zaman zaman sayfanın kenarında beliriveren kaseler, kupalar, bilezikler ya da tümülüsler gerçeklik algısını müthiş güçlü kılıyor. 2500 yıl önce yaşananları okurken Uşak-Manisa-İzmir hattında arkeolojik bir gezi yapma planı aklınıza sıklıkla geliyor. Bu noktada İskender Pala'nın memleketi Uşak'ın tanıtımına yaptığı katkı es geçilmemeli. 👸 Paranın ortaya çıkış serüveni, kamuoyunun buna tepkisi, Solon'un Aslan Kral'ı ziyareti, saray ahalisinin tasviri, kahinlerin ve büyücülerin iktidarı vb. konular harika bir kurguyla anlatılmış. Aktarılan gündelik yaşam ayrıntıları, arkeolojik kalıntılarla da desteklenince ortaya takdire şayan bir tarihi kurgu çıkmış.    

Romanın ikinci bölümünde, 2500 yıl önceki insani durumlar, 1980 yılında kendisine bir AYNA buluyor. Şahısların isimleri sanki bir ayna tutulmuşcasına tersten düze dönüyor. Halludas'lar Sadullah, Edusa'lar Asude oluyor. İşte bu noktada roman kırılıyor ve hikaye kurgusu karikatürize bir hal almaya başlıyor. 2500 yıl önce yaşananlar neredeyse zorlama bir aynılıkla yeniden yaşanıyor. Diyaloglar Yeşilçam'ın efsane sahnelerine evrilmeye başlıyor: "bu ses, bu ses evet bir yerden tanıyorum." Ardından hiç gereği yokken "o senin kızın." replikleri sahneye çıkıveriyor. Tesadüflerin aynı koğuşta buluşturduğu karakterler, neden kadraja girdiğini bir türlü anlayamadığım down sendromlu çocuk falan derken roman kurgusu iyice sıkıcı olmaya başlıyor.......Romanın bu bölümleri, içerisinde bulunduğumuz "dizi facialarına" bir yergi değilse eğer, karakterlerin üzerinde çok sakil durmuş bilinsin isterim.  

Üçüncü bölüm ise geçmiş ile geleceğin iç içe geçtiği muazzam bir anlatımla aktarılıyor. Edebi olarak damak şaklatılacak bölüm, bana kalırsa burası. Takdir aziz okurun. 

Kitabın üzerinde çok durduğu, hatta biraz da bıktırıcı olduğu bir mesajı var: Sanatın ve kültürün birleştirici gücü ve tarihi eserlerin önemi. Yazar bu düşüncesini hem Lidyalılar dönemini anlatırken hem de 1980 sonrası Özal dönemini anlatırken paylaşıyor. Anlattıkları elbette doğru, ancak anlatımların uzunluğunun roman kurgusunu "didaktik ve sıkıcı" bir havaya soktuğunu belirtmeliyim. Tarihi eserlerin önemi konusunda uzun uzun laflar etmek yerine "Bu ülkenin 100 sene evvelki sınırlarına bir tel örgü çekilseydi ve bu tel örgünün dışına tarihi eser çıkartılamaz yazılsaydı bugün dünya müzelerinin neredeyse yarısı boş kalırdı." cümlesi yeterli olurdu.

Kitabı okuyanlara bir sorum olacak: Kitabın adı Karun ve Anarşist. Karun karakteri Lidya Kralı Krezüs. Nam-ı diğer Aslan Kral. Zenginliğin ve kibrin timsali. Bunda bir sorun yok. Peki Anarşist kim? Pers kralı Keyhüsrevse neden kitap ondan 3-5 cümleden fazla söz etmiyor? Ya da Karun karakteri tarihte, Anarşist karakteri günümüzde işlendi ise kim bu anarşik babayiğit? Yazar, bir röportajında anarşinin 12 Eylül yıllarındaki gençlik hareketleri ile ilgili olduğunu söylüyor ancak bu cevaba ikna olmadığımı belirtmeliyim.

Anarşist sözcüğünü TDK "kargaşacı" şeklinde çeviriyor. Kitapta en net biçimde kargaşa çıkaran kişi "Kufu-Ufuk" ancak, onun da Karun'la doğrudan iletişimi yok. Yani aralarına "ve" bağlacı koymak yersiz kaçıyor. Kargaşa çıkaran bir diğer karakter Nakata-Atakan. Evet kargaşa çıkarıyor ancak yine Karun'la ilişkilendirmek makul durmuyor. Kitapta hemen her şey rahatsızlık verecek kertede açıklanırken Anarşistin kim olduğunun anlaşılamaması tarafımın acziyeti olarak kayıtlara geçsin. Ne diyim?

Bütün bunlara rağmen Karun ve Anarşist romanı, okuması kolay, konusu akıcı ve steril bir konuda (lidya) okuru meraklandıran/bilgilendiren bir kitap. Kitabın edebi yönü ile ilgili söylenecek hiç bir söz olamayacağı için haddimi bilmem gerektiğini düşünüyorum. 👶Hürmet ederim.     







15 Ocak 2017 Pazar

Dünya Okulu: Khan Akademi

"Bir insanı etkilemek istiyorsanız onunla yalnızca konuşmaktan fazlasını yapmanız gerekir. Onu biçimlendirmeniz gerekir. Öyle biçimlendirmelisiniz ki , istemesini istediğiniz şeyler dışında hiç bir şey isteyemesin."

Johann Gotlieb Fichte

Yapı Kredi Yayınlarının Kızılay'daki 15 metrekarelik dükkanında oğlumla kitap bakarken gözüme ilişti. Kitabın adı, Dünya Okulu. Yazarı Salman Khan. Oracıkta biraz inceledim ve meraklandım. Serde eğitimcilik olduğundan kitabı alıverdim. Yazarın ismini eminim duymuşsunuzdur. Dijital eğitim materyalleri üreten bir girişimci: Salman Khan. Kendisi Harward mezunu, MBA yapmış bir Hintli. Annesi ve babası zamanında Amerika'ya göçmüş. Salman'da orada doğmuş. Kitabının satır aralarına baktığımızda kendini bir Hintli'den çok Amerikalı gibi hissettiğini söyleyebiliriz. Amerika'dan bahsederken "biz" diye bahsetmesi, Amerika'yı bir iki eksikliğine rağmen yaratıcılık, girişimcilik, iyimserlik ve sermayesinin benzersiz bileşiminden dolayı dünyanın en verimli toprağı olarak görmesi okura böyle düşündürüyor. Henüz Türkiye'yi tanımıyor olmasını ise endişe verici bir bahtsızlık olarak hanesine yazıyorum. Kendisi bilir. 😅

Khan, kitapta "eğitimi yeniden düşünmekten" bahsediyor. Seneler içinde yaptığı gözlemlerden, öğrencilik yıllarında edindiği izlenimlerden, oluşturduğu dijital eğitim platformundan, kamuoyunun gösterdiği reaksiyondan ve önerdiği eğitim uygulamalarından... Kitabın genel çerçevesi bu şekilde. Geleneksel eğitimin aşırı kullanımdan dolayı yanları çürüyen yöntemleri eleştiriliyor ve yerine yenisini koyalım deniyor. Khan, eğitimini Amerika'da almış biri ancak anlattığı sorunlar Yozgat Lisesinde okuyan bir öğrencinin yaşadıklarından çok farklı değil.  

Khan, bir eğitimci değil. Bundan dolayı eğitim hakkında çok rahat konuşuyor. 😏Bu konuda o kadar ileri gidiyor ki kendisini dünya genelinde yaygınlaşan dijital dönüşümün temsilcisi olarak görüyor. Haksız da sayılmaz. Çünkü Khan Akademi adını verdiği  eğitim içeriğini 2 milyon öğretmenin, 300 milyon öğrencinin kullandığını söylüyor. 36 dile çevirisi yapılan içerik, 190 ülkede kullanılıyor. Sayısal manzara böyle olunca eğitimle ilgili biraz konuşmasında bir mahsur olmadığını düşünmeye başlıyorsunuz. 😅

Khan Akademi'nin mevcut eğitim sistemine yaptığı eleştiriler, önerdiği uygulamalar ve öğretim yöntemi gayet makul. Gerçi yaptığı eleştiriler ortalama bir zekaya sahip her dünya vatandaşının yapacağı nitelikte, ancak Khan'ın bu eleştirileri yapanlardan önemli bir farkı var. O sadece eleştirmekle kalmamış, iş de yapmış. Söz gelimi hemen herkesin "hay ağzını öpeyim ne güzel söyledin" diyeceği "eğitimde fırsat eşitliği" ilkesini hayata geçirmiş. Eğer youtube'a ulaşabildiğiniz bir bilgisayarınız varsa ihtiyacınız olan tüm konuları izleyip öğrenebiliyorsunuz. Hem de dünyanın en zengin imkanlara sahip okullarında okuyan öğrencilerle aynı şekilde öğrenebiliyorsunuz. Kulağa hoş geliyor değil mi? Fırsat eşitliği sağlamak istiyorsanız gayet makul ve kabul edilebilir bir yöntem. Kuş uçmaz kervan geçmez bir coğrafyada köy okuluna giden Bangladeş'li bir çocuk, Khan'ın eğitim içeriklerine ulaşıp pekala konu tekrarı yapabiliyor.

Khan, bilgisayar destekli öğrenme yöntemi ile öğrencilerin kendi hızlarına göre ve istedikleri zaman ve mekanda ders çalışabileceklerini söylüyor. Kendi hızına göre öğrenmenin öneminden ise ısrarla bahsediyor. Bu noktada, geleneksel sınıf ortamlarında her öğrencinin aynı hızda öğrenmek zorunda kalmasına ciddi eleştiriler getiriyor. Öğretmenlerin müfredatı bitirme kaygısı ile öğrencilerin bir konuyu "tam öğrenip öğrenmediğine" bakamadığını ve mecburen yeni konuya geçtiğini ifade ediyor. Geçilen konuyu yarım yamalak öğrenen öğrencinin ise açığı kapatmak için belki de senelerce uğraşacağı bir mücadeleye girişeceğini belirtiyor. Bu nedenle temel öğrenmelerin sağlam olması gerektiğini ve öğrencilerin bir konuyu tam anlamıyla öğrendikten sonra diğer konuya geçmelerini salık veriyor. İlkokul, ortaokul ve lisede doğru matematik bilgisi edinemeyen bir öğrencinin üniversitede Kalkülüs'ü anlamayacağını söylüyor. Bu tarz bir öğrenmeyi ise üzerinde bolca delik olan gravyer peynirine benzetiyor.

Khan; zil, not, test, ev ödevi, yaz tatili, çocukların doğum tarihlerine göre sınıf ayarlamak gibi mevcut eğitim sisteminin omurgasını oluşturan algılara da makul eleştiriler getiriyor. Örneğin, "not" konusuna şöyle bir bakışı var. Not, bir öğrencinin o konuyu tam anlamıyla öğrenip öğrenmediğini asla ölçemez. Bir öğrenci o dersten 75 alınca dersi geçiyorsa bu şu anlama gelir: Tam not 100 ise bu öğrenci %25'lik bir öğrenme eksikliği ile sınıfı geçmiştir. Doğru söze ne denir? Ya da 50 alıp, sınır puanla dersi geçen öğrenci, gerçekten o dersin gerektirdiği konulara hakim midir? Tabi ki hayır. O öğrenci, dersin en az %50'sini bilmiyordur. Bu nedenle okullarda not sistemi olmamalıdır. Öğrenciler tam öğrenme sağlayıncaya kadar o konuyu tekrar etmelidir. Dijital içerikleri öğrenene kadar izlemeli ve tam not alıncaya kadar devam etmelidirler. Böylece hepsi konuyu tam olarak öğrenecek ve yapılan sınavın tek notu olacaktır: 100. Hoş değil mi?

Bir de yaz tatili meselesi var. Khan, bu konuda mantıklı cevaplar istediğini söylüyor. Dünyanın %90'ında yaz döneminde okullar kapalı oluyor. 2-3 ay boyunca milyonlarca dolarlık okul binaları, laboratuvarlar, spor salonları vb. atıl vaziyette bekliyor. Hiç bir şey yapılmıyor. Bu sizce doğru mu diye soruyor? Bu nedenle yaz tatili diye bir şey olmamalı diye de ekliyor. Eskiden yaz dönemlerinde okullar tatil olmalıydı, çünkü kışın okula giden öğrenciler yazın köylerine dönüyor ve ırgatlık yapıyorlardı. Şu anda nüfusun büyük bir kısmı kentlerde yaşadığına göre kimsenin tatil yapmak için yaz mevsimini beklemek gibi bir zorunluluğu yok. O halde nasıl olmalı dediğinizi duyar gibiyim. Khan, tatil konusunda çok özgür. Digital eğitim içerikleri her yer ve zamanda kullanılabiliyorsa öğrenciler de istedikleri zaman tatil yapabilmeliler. Öyle sınıftan kopma, öğretmenden geride kalma gibi dertler olmadan özgürce tatil yapmalılar.

Khan'ın en sevdiğim önerisi ise "karma sınıflar" önerisi oldu. 75-100 kişilik sınıflar ve yaş grupları birbirinden farklı çocuklar. Yani bildiğiniz köy okulu. Bu tarz bir sınıf ortamının besleyici, yetiştirici ve öğretici olacağı kanaatinde. Yaşça büyük çocukların abilik/ablalık/liderlik vb. özelliklerinin gelişeceğini, küçük olanların ise büyükleri modelleyerek ideal davranışları kazanacağını belirtiyor. Bu sınıflarda 4-5 öğretmen olması gerektiğini ve gruplar halinde eğitim yapılacağını söylüyor.

Bir eksiklik tespiti ve eleştiri olarak şunu da belirtmeliyim. Khan, kitabında öğrenme sorumluluğunun öğrenciye ait olması gerektiğinin altını çiziyor (Androgoji). Fakat bunun nasıl yapılacağını pek anlat(a)mıyor. Öğrencilerde öğrenme merakı oluşturulması gerektiğinden sıklıkla söz ediyor ancak bu noktada da pek derde derman olacak fikir beyan edemiyor. Öğrenme denilen işin, yalnızca "öğrenmek için" yapılması gerektiğini harika anlatıyor ancak ne tür pratikler yapılması gerektiğini anlat(a)mıyor. Mevcut eğitim sisteminde "düzenin" meraktan üstün olmasının istendiğini ve tasnif mantığının kişisel inisiyatiften önce geldiğini eleştiriyor ama yine elle tutulur önerilerde bulunamıyor. Belki de işin eğitim kısmından çok öğretim kısmı ile ilgilendiği için böyledir. Kitapta Khan'ın öğrencilerin hazır bulunuşluluğu konusunu ıskaladığını söyleyebiliriz.  Bu eleştirilere ek olarak akademik çevrelerden de mutlaka eleştiriler gelmiş olmalıdır. Zira Khan'ın uygulama ve önerilerinin gelişim ve öğrenme literatürü açısından tartışılacak pek çok tarafı var.

Son tahlilde Khan Akademi, dünya genelinde kullanılan dijital eğitim platformlarından en çok tercih edileni olmuş durumda. Bu başarı yadsınamaz. Arkasında Bill Gates gibi isimler, Google gibi yapılar var. Muazzam bir destek gördüğü aşikar. Khan Akdemi'nin yaptığına benzer içerikleri bizim ülkemizde de senelerdir yapanlar var. Belki de Khan'dan iyi bile yapıyorlardır. Ancak "canın çıksın reklam, canın çıksın tek dişi kalmış canavar, canın çıksın lobi faaliyetleri" demekten başka çaremiz yok. Çünkü Khan Akademi içeriklerinin neden diğerlerinden daha çok tercih edildiği ile ilgili henüz görebildiğim sağlam veriler yok.

"Batı'nın iyi yönlerini almak lazım abicim" fehvasınca kitap, yeni şeyler denemekten hoşlanan eğitimcilere önerimdir.  
        

8 Ocak 2017 Pazar

Klozet ve Alaturka

Kafa dağıtmak isteyen her fani, yapacak hiç bir işi olmayan emekli dayılar, A101 ve BİM gezmekten bunalıp yeni yerler keşfetmek isteyen ev hanımları, kankaları ile buluşmak isteyen her ergen, pazarlıksız alışveriş keyfini tatmak isteyen her kadın, bakkaldan 50 kuruşa alabileceği suyu 2 lira vererek fast food katından alan her yeni evli çift, her köşebaşına açılan AVM'lerde gönüllerince sosyalleşmektedirler. İsteyen mümin AVM içinde bulunan mescite gidip vakit namazını rahatça kıldıktan sonra alışverişe gönlünce devam edebilmektedir. Oralarda mescitler bile şıkır şıkırdır. Öyle mahalle arası camiler gibi çorap kokusu duymazsınız. Bebek arabasını evde unutan ya da çocukları artık yürümeyi öğrendiği için eski arabalarını kapıcının yeni doğan bebeğine veren çiftler için "kiralık bebek arabası" bile bulabilirsiniz. Hatta şimdilerde dışarısı soğuk olduğundan herkeslerin sırtında kalın kabanlar, pardesüler var. AVM işletmecileri bu durumda ki insanları bile düşünmüş. Sırtındaki kalın kabanla AVM'ye giren kimse, bir süre sonra AVM'nin merkezi sistem ısıtmasından dolayı sıcaklayacak ve üzerindekini çıkartmak isteyecektir. Peki, kabanını çıkarttığında nereye koyacaktır? AVM işletmecileri müşterilerinin rahatça alışveriş yapabilmeleri için bu konuya da el atmış ve katların uygun yerlerine ücretsiz vestiyer koydurmuştur. Evet evet ücretsiz vestiyer. Elleri boşalan müşteriler böylece mağaza poşetlerini daha rahat taşıyabilmektedirler. Bu iyiliği unutursak kalbimiz kurusun, daha ne deyim? 


AVM'ler müşterilerine iyi hissettirmeye bayılıyorlar. Yeter ki bu ışıltılı atmosferden çıkmasınlar. Ne gerekiyorsa yapılır. Bir yerlerde okumuştum, AVM'lerde saat olmazmış. Müşteri zamanın nasıl geçtiğini bilmesin diye sağa sola saat koymazlarmış. Önemsiz bir ayrıntı ama içinde bulunduğumuz ekosistem bize neler yapıyor bilmek de fayda var. Konu dağıldı, ne diyorduk? Evet, AVM'lerin müşterilerine iyi hissettirmek için verdiği hizmetler. Bence bunlardan en bombası şudur: Manzarayı gözünüzde canlandırın. Fakir tüketicilerin otopark kapısından girdiği, dolmuşla gelen iyice fakirlerin taa yolun karşısından yürüyerek geldiği kapıya son model bir araba yanaşır. O esnada 0,8 metrekarelik bir kulübenin içinden 20-30 yaşlarında bir delikanlı fırlayıp araca doğru koşmaya başlar. Aracın şoför kapısı açılır ve içinden "Arabasını yer altındaki otoparka bırakmak istemeyen abi" iner. Yolcu koltuğundan ise "arabasını yer altındaki otoparka bırakmak istemeyen abiyi motive eden abla" iner. Vale namlı genç, bu lüks aracın sahibine yarım ağız bir hoş geldiniz dedikten sonra arabanın anahtarına doğru bir hamle yapar. Arabasını yer altındaki otoparka bırakmak istemeyen abi 600 bin liralık arabasının anahtarını valeye uzatırken şöyle der: "Yakın bi yere koy aslanım çıkışta beklemeyelim." Bu Holywood kıvamındaki sahne, şükürler olsun ki memleketimizin hemen her AVM'sinde her gün yaşanmaktadır. Bu kolaylık nerede var alla sen? Bu konfor, bu lüks breh breh...Memleketin neresinde sana bu kıyak çekiliyor lütfen söyle. Hangi mahalle bakkalı, hangi esnaf sana bu kıyağı çekti şimdiye dek? Onlar sana sadece "ÇAY ISMARLAR" o kadar. 

AVM'lerin hizmetleri saymakla bitmez efendiler. Vitrinine baktığın her dükkan hizmet etmek istiyorum diye bağırır. Şükürler olsun ki memleketimizin her yerinde AVM'ler var. Kendimizle ne kadar gurur duysak az. Memleketimizin en ücra köşelerinde bile insanlarımız çok yakınlarında bir AVM bulabilmekteler. Allah bugünlerimizi aratmasın diye dua etmek lazım. Bu arada Ankara, AVM sayısı bakımından ülkemizin en gelişmiş şehridir. Bu durum da bir gurur vesilesi olarak şöyle kenarda dursun.  Çok eğlenceli bir konudur AVM'ler ama konumuz bugün başka. Bugün tuvaletlerden bahsedeceğiz. AVM tuvaletlerinden. O dandik klozetlerden. Esasen klozet denen abukluktan bahsedeceğiz ama önce klozete bayılan AVM'lerden başlayalım. Soru 1: Senden önce kimin nasıl kullandığını bilmediğin, nereye neyi sıçrattığını bilmediğin bir klozete oturur musun? Hayır oturmazsın. Ama sen Batıyı yakından takip ettiğin için günde 1 milyon kişinin kullandığı o foseptik çukuru klozetin orada  ne işi olduğunu sormak yerine kıçına bok bulaşmasın diye klozet kapağına peçete serersin. Neden klozet denen saçmalığın bu coğrafyada kendine bu kadar kolay yer bulabildiğini sormak aklına gelmez? Yüz yıllardır "çenedini ayırıp işini görmüş" atalarına bakıp neden ders almazsın?    

Soru 2: Etrafı organik atıklarla kirlenmiş bir klozet kapağına mı rahatlıkla oturursun yoksa aynı şekilde kirli olan ancak alaturka olan bir tuvalet taşını mı kullanırsın? Tabi ki alaturkayı kullanırsın? Alaturka tuvalet kirli bile olsa vücudun o kirliliğe dokunmak zorunda kalmaz. Yok, ama sen klozet kullan. Böylece lahmacun yerine hamburger yediği için sınıf atladığını sanan ajansa üyeliğin daha hızlı yapılır.

Soru 3: AVM'lerde genel kullanıma açık tuvaletlerin tamamına yakını klozet iken mescit katındaki tuvaletlerin çoğu alaturkadır. Neden acaba? Namaz kılan insanlar neden böyle bir tercihte bulunuyor? AVM neden böyle bir tercihte bulunuyor? Dindarlar klozet kullanmaz mı? Yoksa klozette kişisel temizlik yapmak alaturkaya göre daha mı zor? Dini vecibelerini yerine getirmek isteyenler temiz kalmak için alaturkayı seçiyor da gamsız kedersiz tipler klozet mi kullanıyor?   

Buna benzer bir şey. 
OPET benzin istasyonlarında "klozeti nasıl kullanmalıyız?" konulu bir toplum hizmeti veriliyor hiç rastladınız mı? Oradaki uyarılardan birinde "klozetin üzerine çıkılmaz" gibi bir ibare var. Bu adamlar neden klozetin üzerine çıkıyor diye sormak yerine "klozetin üzerine çıkmayın cahiller" demeyi seçmeleri ne tuhaf? Bir adam neden klozetin üzerine tüneyip işini görmek ister? Temiz kalmak istediği için öyle değil mi? Alaturka tuvaletlerde ise böyle saçmalıklara gerek kalmaz. Temizliğine dikkat ettiğin sürece en dandik alaturka tuvalet, benim diyen klozetten daha kullanışlıdır. Bu özenti hallerimiz daha ne kadar devam edecek? Mantığına, kullanımına bakmadan Avrupa'nın yaptığı saçmalıkları daha ne kadar kabul edeceğiz? Filmlerde oğlan kızın önünde elinde yüzük diz çöktüğü için, bizim Alaaddin ne zamana kadar Gülistan'ın önünde diz üstü çökmüş vaziyette kalacak?   

BİRAZ  DA BİLİMSEL OLALIM

Dov Sikirov isimli İsrailli bir araştırmacı bir deney yapıyor. Üç tip kaka yapma üzerine bir deney. Birinci grup klozete yapanlar. İkinci grup açık havada yapanlar. Üçüncü grup ise çömelerek yapanlardan oluşuyor. Açık havada yapan gruba içeri girmeleri tavsiyesinde bulunup diğer gruplara bakalım. Klozete kaka yapan grup 130 saniyede işini bitiriyor. Çömelerek yapan grup ise yalnızca 50 saniyede. Neden çömelerek yapmak daha hızlı ve konforludur? Çünkü bağırsak sistemimiz klozette oturarak işimizi halletmemiz için tasarlanmamıştır. Tuvaletimizi yaparken en eski zamanlardan beri kullandığımız pozisyon "çömelmektir." Saçma ve modern olan oturarak yapma alışkanlığı ise 18. yy'dan beri hayatımızdadır. Avrupalı halkın kovaya yapma alışkanlığı klozetle devam etmiş anlaşılan. Zira klozet ile kova arasındaki benzerlik pek manidar. 

Batıdaki kova mantığı ile ilgili hoş bir alıntı var aşağıda: 

Sevgili büyük anneciğim ve büyük babacığım, dün sabah yatağıma sizden gelen bir paket getirdiklerinde ne kadar şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Paketi sabırsızlıkla açtım, içine baktığımda bezelye ve bir tas gördüm. ....Heyecanla paketten çıkardım ve bir lazımlık olduğunu anladım. Ama öylesine güzel ve gösterişliydi ki, hizmetkarlarım onun sos kabı olarak bile kullanılabileceğini söylediler. Lazımlık gün boyunca ortada durdu ve görenlerin beğenisini kazandı. Madam du Deffand'ın 1768 tarihli bu mektubu Avrupa'nın üst sınıflarının o tarihlerdeki tuvalet kültürünü özetliyor. Mezopotamya, İndus, Girit, Miken uygarlığında İsa'dan binlerce yıl önce modern tuvaletlerin benzeri soğuk ve sıcak sulu tuvaletler yapıldığı gibi, şehirlerde kanalizasyon sistemleri bile vardır. (Gündelik Hayatımızın Tarihi, Kudret Emiroğlu, Dost Kitabevi, 2001)

Ortaçağda şehirler büyüdükçe pislik arttı. Şehir sokaklarının ortasından akan pis sular ve pencerelerden boşaltılan lazımlıklar tipik bir manzaraydı. Londra'da Fleet Irmağı, dökülen dışkıdan durgunlaşmış, White Friars keşişleri yaktıkları tütsülere rağmen dayanılmaz duruma gelen koku nedeniyle parlamentoya şikayette bulunmak zorunda kalmışlardı. Kibar erkeklerin sokakta kadınların solunda yürümesi adeti de pencerelerden oturak boşaltma adetinden kalmıştır. (Gündelik Hayatımızın Tarihi, Kudret Emiroğlu, Dost Kitabevi, 2001)

İşin mantığı çok basit. Çömelerek kaka yapmak bağırsak kanalının dümdüz bir hal almasını ve dışkının olduğu gibi dışarı çıkmasını sağlamaktadır. Klozette oturarak yapmak ise bağırsak kanalının düzleşmesini engellemekte ve oturarak yapmaya çalışanlar karın kaslarını daha çok sıkmak zorunda kalmaktadırlar. Karın kaslarını fazla zorlamak ise pek çok hastalığa davetiye çıkartır. Divertikül, hemoroid, bağırsak tıkanması gibi hastalıklar kakasını çömelerek yapan 1,2 milyar insanda klozet kullananlara göre daha azdır. Takdir yüce mahkemenizindir. 
Oturduğunda ve çömeldiğinde fark bu 

Madem bu klozet denilen tuhaflık hem hijyen hem de sağlık açısından sorunludur. Ne demeye bu klozetleri kullanmaya devam ediyoruz ki? Klozet kullanımının mantıklı olduğu yegane alan dizini bükemeyen ihtiyarlar, hastalar iken sağlıklı nesillerimiz neden canım bağırsak düzenlerini bozmaktadır ki? Ahanda gavurlar araştırmış ve ortaya koymuş ki çömelmek bu işin en sağlıklı halidir. O halde hala klozet kullanmak hangi akla hizmettir?  


2 Ocak 2017 Pazartesi

Sputnik Sevgilim

"Yine de sıradan bir genelleme yapacak olursam, mükemmel olmayan yaşamlarımızda boşa harcanmış zamanların da yeri önemli değil midir? Eğer bu mükemmel olmayan yaşamlarımızdan tüm bu boşa harcanmışlıkları çıkaracak olursak yaşamlarımız mükemmel olmama özelliğini bile yitirirler."

Sputnik Sevgilim (K)

Üslübuna aşina olduğu yazarları eminim herkes özlüyordur? Ben de özlüyorum. Haruki Murakami bu yazarlardan biri. Bir mekanı, duyguyu, karakteri, yemeği, kediyi, koyunu veya yolculuğu öyle güzel ve her defasında aynı tadı vererek anlatıyor ki...Belki de yalnızca bu yüzden Murakami'nin kitapları işledikleri konunun ilginçliğinden çok anlatım tarzı ile konuşuluyor. Şöyle bir baktığınızda, konusu sizi alıp duvardan duvara çarpacak bir kitabı yok üstadın. Çok ilginç veye çok sürükleyici bir kitabı yok. Ama üslubunun özleyeni çok. 

Mesela bir kitapta aradığınız şey sıra dışı bir konu/heyecan/sürükleyici bir öykü vb. ise maalesef Murakami yanlış seçim. Çünkü onun kitapları, konusunun ilginçliğinden çok, sıkıcılığı ile meşhur olacak cinsten. Belki de yazıldıkları dönemin hayal dünyasında bir karşılığı vardı bu kitapların. 70'lerin 80'lerin insanları için bir paralel evren kurgusu, bir Mozart bestesinin mesajındaki etkileyicilik fazlasıyla sıra dışı bulunuyordu. Bu bağlamda Murakami, kitaplarının konusu açısından bakıldığında çağının gerisinde bile kalmış olabilir. Gerçi yazara haksızlık yapmamak lazım, zira son dönemde çıkan Kadınsız Erkekler isimli hikaye kitabı ile ahir ömründe bile olsa çağını anladığını gösteriyor. Belki de Murakami ile çok geç tanıştığımız için biz onun gerisinde kalmış bile olabiliriz. Dünya 80'lerde Murakami okurken biz kim bilir hangi tüp kuyruğundaydık? Buradan memleketin maküs talihine bir yol yapardım ama neyse.....😉😉 

Sputnik Sevgilim kitabından bahsedeceğim biraz. Murakami'nin Türkçeye çevrilen son kitaplarından biri. Kitap 1999'da yazılmış. Yani 17 sene olmuş. Japonca olduğu için çevirisi uzun sürmüş olabilir diye düşünmek istiyorum.😛😛 Yeri gelmişken Murakami kitaplarının şahane çevirileri için Ali Volkan Erdemir ve Hüseyin Can Erkin hocalara sonsuz teşekkürler. Gerçekten ellerine/emeklerine/yüreklerine sağlık. 

Kitap, Rusların uzaya fırlattıkları ve soğuk savaş döneminde ortamı nispeten ısıttıkları ilk yapay uydunun ismi ve fonksiyonundan etkilenilerek isimlendirilmiş: Sputnik Sevgilim. Sputnik, Rusçada "yol arkadaşım" anlamına geliyor. Sputnik dünyanın etrafında dönen yapay bir uydu. Metal, hafif, iddiasız ve en nihayetinde aslanlar gibi dönmeye devam eden dünyamızın yanında ona yol arkadaşı olarak tasarlanmış bir oyuncak. Buradan bakıldığında Sputnik'in iddiası büyük bile denilebilir. Zira uçsuz bucaksız uzaydaki yalnız ve küçük dünyamızın ezeli ve ebedi yalnızlığına son verecek uydu olmayı planlıyor. Ruslar da eminim benim gibi düşündükleri için uydularına "yol arkadaşı" ismini vermişlerdir. 😊

1957 yılında uzaya fırlatılan Sputnik, 3 hafta boyunca dünyaya sinyal gönderiyor. 92 gün sonra ise atmosferde yanarak metal mezarlığına defnediliyor. Yani dünyamıza yalnızca 3 hafta yarenlik edebiliyor. Ardından dünyamız yalnızlığına kaldığı yerden devam ediyor. Sonrasında gönderilen hiç bir uydu ise Sputnik'in yeryüzü insanı ile kurduğu duygusal iletişimi kurmayı başaramıyor.

Kitabın mottosu bana kalırsa şöyle: "Herkesin bir dünyası varsa bir de Sputnik'e ihtiyacı var." Sumire K'nın dünyası ise K Sumire'nin Sputnik'i...Myu, Sumire'nin dünyası ise Myu Sumire'nin Sputnik'i. Kitabı okudukça anlayacaksınız ki ne Sputnik'le oluyor ne de Sputniksiz...Çünkü bizler bilge değiliz diyor yazar. "Sıradan ve tekdüzeyiz. Sonsuz sıfırlar gibiyiz hatta. Bir hiçlikten diğerine sürüklenen zavallı varlıklarız."

Yazar, zaman zaman Sputnik kadar edilgen bir durumda bile olsa, her birimizin sevmeye sevilmeye, yalnızlığa, ait olmaya, gönlümüzü okuyan yol arkadaşlarına ihtiyacı var diyor. Her birimiz kendi başımıza yalnız ve güçsüzüz o halde neden bu konuda birbirimize yardımcı olmuyoruz diye soruyor? Cevap olarak yalnızlığımızın çaresinin "biz" olduğunu ekliyor. Değilse dünyamız bizim yalnızlığımızla besleniyor diye düşünmek zorunda kalacağım diye de uyarıyor. Sonuçta aynı Dünyada aynı Ay'a bakmıyor muyuz? (Aomame ve Tengo'ya selam)
K ile Sumire'nin gece sohbetleri

Murakami, Batı'nın kültürüne aşina bir yazar. Yüzü daha çok Batı'ya dönük. Bu nedenle olsa gerek pek "yerellik" vurgusu yapan kahramanı yok. Sputnik Sevgilimde de karakterler "küresel kültür figürlerini" yakından tanıyan tipler. Mozart, Luc Besson, Goethe, Volvo, Jaguar, ançuezli pizza, bira.......Ayrıca hemen hepsi entelektüel hazları önemseyen, "kaliteli bir yaşamı" tercih eden -en azından bunu isteyen- tipler. Kaliteli yaşam derken kastettiğim ısrarla pompalanan "batılı life style" telkininin ta kendisidir. Bu noktada Murakami'nin Doğu ile tanışması gerektiğini düşünüyorum. Bir zamanlar Jung'un düştüğü hataya düşmemesi için Doğu'nun sembolizmini, mistik öğretilerini hatta tasavvufu ve sufizmi tanımadan ölüp gitmemesini öneriyorum. Doğan Yayıncılık keşke bu adamı bir kaç günlüğüne bile olsa ülkemize getirebilse. Bir Konya turu yaptırsa, biraz Bursa, biraz İstanbul. Gözü gönlü açılsa, kalbi yumuşasa, zihni berraklaşsa. İddia ediyorum bu ziyaretten sonra yaratacağı karakterler daha içli, daha hassas, daha naif ve algıları daha açık tipler olur. 😉 Hatta kitabı okurken Sumire'nin yaptığı içsel yolculuğa bir bakın. Sonrada bu içsel yolculuktaki eksikliğin ne olduğuna siz karar verin. Bence eksik olan yegane şey "bir parça bile olsa Doğulu bilgelik". 

Hazır konu açılmışken hemen söyleyeyim. Sumire, Japoncada "menekşe" anlamına geliyor. Aynı zamanda da Mozart'ın bir bestesinin adı. Menekşe gibi bunca derinliği, mesajı, öyküsü, niteliği olan bir çiçekle Sumire'nin öyküsünü ilişkilendirmemek de yazarın eksikliği olarak şöyle bir kenarda dursun.   

Sputnik Sevgilim, pek çok Murakami romanı gibi sade bir akışın içinde akıp gidiyor. Kitap; aşk, yalnızlık, içsel yolculuklar, klasik müzik, paralel evrenler, asosyal karakterler ve varoluşçu sorgulamalar eşliğinde 220 sayfalık bir edebi zevke dönüşüyor. Sputnik Sevgilim'i okurken üzerinizde bir Sahilde Kafka, İmkansızın Şarkısı ya da 1Q84 etkisi yaratmasını beklemeyin. Bu kitabın daha hafif, daha yalın ve daha uçucu bir havası var. Uzun süre akılda kalacak bir çarpıcılığı maalesef yok. Sıkı bir Murakami okuru ise mutlaka keyif alacaktır.