18 Ocak 2017 Çarşamba

Karun ve Anarşi(K)

"De ki: Dolaşın yeryüzünü! Sizden önce yaşamış olan günahkarların sonlarının ne olduğunu görün. Onların çoğu Allah'tan başka varlıklara veya güçlere ilahi sıfatlar yakıştırmışlardı." 

Rum-42 

Orhan Pamuk, son kitabı Kırmızı Saçlı Kadın'da iki efsaneden yola çıkıyor ve bu efsanelerin günümüzde benzer şekillerde yaşandığını anlatıyordu. Pamuk, adı geçen kitabında Firdevsi'nin Şehnamesi ile Sophokles'in Kral Oidipus'undan esinlenmiş ve ortaya baba oğul ve doğu batı ilişkilerini sorgulayan/irdeleyen bir kitap çıkmıştı. "Tarih tekerrürden ibarettir." sözü mucibince benzer bir kurgu da yakın zamanda izlediğimiz Cloud Atlas (Bulut Atlası) filminde karşımıza çıkmıştı. Orada da tarihin farklı dönemlerinde yaşamış 6 karakter anlatılıyordu. Filmde karakterler her dönemde aynı kalıyor, ancak rolleri değişiyordu. Esasen hem Orhan Pamuk'un kitabında, hem de Bulut Atlası filminde mantık aynı şekilde işliyordu. "Kişiler ve olaylar değişse de insanı hareket geçiren güdüler hep aynı." Hırs, kıskançlık, açgözlülük, bencillik, ihanet....

Ne diyordu Asr suresi: İnsan hüsrandadır.

İskender Pala, son kitabı Karun ve Anarşist'te bu kadim duyguları bir kez daha gündeme getiriyor. Tarihin, mütemadiyen kendini tekrar eden ve içten içe rahatsızlık veren tuhaflığını bir kez daha düşünmemizi istiyor. Habil ve Kabil'le başlayan kavganın hala devam ettiğini ve bu kavganın bir kazananının olmayacağını da anlatıyor. Zira kitapta kazanan yok. Kaybeden ise çok.     

Roman, hoş ve keyifli bir tarihi yolculuk fırsatı veriyor. M.Ö 550'de Lidya'dan başlayan yol, 1980'nin İstanbul'una kadar uzanıyor. Kitabın ana ekseninde savaş, iktidar, para, darbeler ve ölüm var. Fonunda ise aşk, ihanet, hırs ve bilgelik. 

Kitap, Altın başlıklı birinci bölümünde 2500 yıl öncesinden lafa başlıyor. Lidya toplumunun alamet-i farikalarından sıkça bahsediyor. Erkeklerinden, kadınlarından, altınlarından, mezarlarından, sanatlarından ve ayakkabılarından. Hepsi ile ilgili de tarihi kayıtları sunuyor. Zaman zaman sayfanın kenarında beliriveren kaseler, kupalar, bilezikler ya da tümülüsler gerçeklik algısını müthiş güçlü kılıyor. 2500 yıl önce yaşananları okurken Uşak-Manisa-İzmir hattında arkeolojik bir gezi yapma planı aklınıza sıklıkla geliyor. Bu noktada İskender Pala'nın memleketi Uşak'ın tanıtımına yaptığı katkı es geçilmemeli. 👸 Paranın ortaya çıkış serüveni, kamuoyunun buna tepkisi, Solon'un Aslan Kral'ı ziyareti, saray ahalisinin tasviri, kahinlerin ve büyücülerin iktidarı vb. konular harika bir kurguyla anlatılmış. Aktarılan gündelik yaşam ayrıntıları, arkeolojik kalıntılarla da desteklenince ortaya takdire şayan bir tarihi kurgu çıkmış.    

Romanın ikinci bölümünde, 2500 yıl önceki insani durumlar, 1980 yılında kendisine bir AYNA buluyor. Şahısların isimleri sanki bir ayna tutulmuşcasına tersten düze dönüyor. Halludas'lar Sadullah, Edusa'lar Asude oluyor. İşte bu noktada roman kırılıyor ve hikaye kurgusu karikatürize bir hal almaya başlıyor. 2500 yıl önce yaşananlar neredeyse zorlama bir aynılıkla yeniden yaşanıyor. Diyaloglar Yeşilçam'ın efsane sahnelerine evrilmeye başlıyor: "bu ses, bu ses evet bir yerden tanıyorum." Ardından hiç gereği yokken "o senin kızın." replikleri sahneye çıkıveriyor. Tesadüflerin aynı koğuşta buluşturduğu karakterler, neden kadraja girdiğini bir türlü anlayamadığım down sendromlu çocuk falan derken roman kurgusu iyice sıkıcı olmaya başlıyor.......Romanın bu bölümleri, içerisinde bulunduğumuz "dizi facialarına" bir yergi değilse eğer, karakterlerin üzerinde çok sakil durmuş bilinsin isterim.  

Üçüncü bölüm ise geçmiş ile geleceğin iç içe geçtiği muazzam bir anlatımla aktarılıyor. Edebi olarak damak şaklatılacak bölüm, bana kalırsa burası. Takdir aziz okurun. 

Kitabın üzerinde çok durduğu, hatta biraz da bıktırıcı olduğu bir mesajı var: Sanatın ve kültürün birleştirici gücü ve tarihi eserlerin önemi. Yazar bu düşüncesini hem Lidyalılar dönemini anlatırken hem de 1980 sonrası Özal dönemini anlatırken paylaşıyor. Anlattıkları elbette doğru, ancak anlatımların uzunluğunun roman kurgusunu "didaktik ve sıkıcı" bir havaya soktuğunu belirtmeliyim. Tarihi eserlerin önemi konusunda uzun uzun laflar etmek yerine "Bu ülkenin 100 sene evvelki sınırlarına bir tel örgü çekilseydi ve bu tel örgünün dışına tarihi eser çıkartılamaz yazılsaydı bugün dünya müzelerinin neredeyse yarısı boş kalırdı." cümlesi yeterli olurdu.

Kitabı okuyanlara bir sorum olacak: Kitabın adı Karun ve Anarşist. Karun karakteri Lidya Kralı Krezüs. Nam-ı diğer Aslan Kral. Zenginliğin ve kibrin timsali. Bunda bir sorun yok. Peki Anarşist kim? Pers kralı Keyhüsrevse neden kitap ondan 3-5 cümleden fazla söz etmiyor? Ya da Karun karakteri tarihte, Anarşist karakteri günümüzde işlendi ise kim bu anarşik babayiğit? Yazar, bir röportajında anarşinin 12 Eylül yıllarındaki gençlik hareketleri ile ilgili olduğunu söylüyor ancak bu cevaba ikna olmadığımı belirtmeliyim.

Anarşist sözcüğünü TDK "kargaşacı" şeklinde çeviriyor. Kitapta en net biçimde kargaşa çıkaran kişi "Kufu-Ufuk" ancak, onun da Karun'la doğrudan iletişimi yok. Yani aralarına "ve" bağlacı koymak yersiz kaçıyor. Kargaşa çıkaran bir diğer karakter Nakata-Atakan. Evet kargaşa çıkarıyor ancak yine Karun'la ilişkilendirmek makul durmuyor. Kitapta hemen her şey rahatsızlık verecek kertede açıklanırken Anarşistin kim olduğunun anlaşılamaması tarafımın acziyeti olarak kayıtlara geçsin. Ne diyim?

Bütün bunlara rağmen Karun ve Anarşist romanı, okuması kolay, konusu akıcı ve steril bir konuda (lidya) okuru meraklandıran/bilgilendiren bir kitap. Kitabın edebi yönü ile ilgili söylenecek hiç bir söz olamayacağı için haddimi bilmem gerektiğini düşünüyorum. 👶Hürmet ederim.     







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder