31 Ocak 2016 Pazar

Kişisel Gelişime Bir de Buradan Bakmak Lazım

Kısacası profesyonel hayat savaşçılarını yetiştirmek için hızlı ve kolayca beyin yıkama kursu. Kutsal kitap yerine eğitim kitapçığı, aydınlanma ya da cennet yerine kariyer ve yüksek yıllık gelir vaadi. Pragmatizm çağının yeni dini...

Fakat din gibi akıl sınırlarını aşan unsurları yok, her şeyin altında bir teori var, her şey dijital. Son derece şeffaf ve anlaşılması kolay. Bu kurstan olumlu yönde etkilenip havaya giren kişilerin sayısı da azımsanacak gibi değil. Fakat temelde bazı insanların işine gelecek bir düşünce sisteminin hipnoza yakın bir yolla beyne sokulmasından farklı bir şey yok. 

Murakami-Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları

30 Ocak 2016 Cumartesi

En Umutsuz Zindan

Kıskançlık, Tsukuru'nun rüyası sırasında anladığı kadarıyla, dünyadaki en umutsuz zindandı. Neden derseniz, mahkumun kendi kendini kapattığı bir zindandı da ondan. Birileri tarafından zorla içeri tıkılmış değildi. Kendiliğinden oraya girmiş, kilidini içeriden kapatmış, anahtarını ise kendisi parmaklıkların dışına fırlatıp atmıştı. Dahası, onun oraya kapalı olduğunu, bu dünyada bilen tek kişi bile yoktu. Elbette çekip gitmeye karar verecek olsa çıkıp gitmesi için bu yeterliydi. O zindan Tsukuru'nun yüreğinin içindeydi neticede.

Murakami-Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları

66 Yozgat...

Ahmet Turan Alkan'ın Sivaslı olduğunu ve hatta Sivas'ta yaşadığını öğrendiğimde çok sevinmiştim. Kitaplarına, yazılarına, kısacası kalemine gıpta ile baktığım bu adamın diğer tüm "entel abiler" gibi Nişantaşı ve civarında yaşadığını düşünüyor ve Türk yazın dünyasının Anadolu'dan bunca uzak kalması yüzünden er ya da geç ortaya çıkacak "kopuştan" memleket ahvali adına üzülüyordum. Oysa Alkan, Sivas'ta yaşıyordu ve bu bile bir şeydi. Yazılarını okudukça bu adam bizi gerçekten tanıyor diyordum. Çok geçmeden oda İstanbul'a taşındı ama içindeki Sivaslının her türlü kültürel asimilasyon ve linç tehlikesine karşı fazlasıyla dirençli olduğunu biliyorum. :)

Ortada bir İstanbul düşmanlığı var sanılmasın, hoş İstanbul'dan zerrece hazzetmem ancak üzerimdeki asıl telaşenin sebebinin İstanbul sevgisizliği değil, Anadolu'ya has bir kompleks olduğunu hemen söylemeliyim. Her şeyin merkezinin İstanbul olduğunu bilmek, Türkiye'ye yeni gelen bir filmin bile önce İstanbul izleyicisinin beğenisine sunulacağını bilmek, artizlerin ve dahi bilimum pembe dizi oyuncularının orada yaşadığına, dizilerindeki tüm "yaratıcı zeka ürünü" sahneleri o şehirde çektiklerini bilmek bir Anadolulunun ciddi derecede canını sıkmaktadır. Yani benimkisi her şeyin merkezi İstanbul olmak zorunda mıdır abicim! deyu atılmış bir önemsiz bir çığlıktır. Geçelim...

Belki de sırf bu yüzden olsa gerek Ahmet Kural ve Murat Cemcir ikilisini bu halk çok sevdi. İronik bir biçimde olsa da dizilerinde anne ve babalarını tatil için Yozgat'a göndermek istediler, modanın başkenti Yozgat dediler, hatta bir bölümü de Sivas'ın bir ilçesinde çektiler. Filmlerini ise yine Sivas, Divriği de çekerek en insani ifadesiyle bize kendimizi iyi hissettirdiler. 

Elimde yeni bitirdiğim bir kitap var. Bozkırda Altmışaltı...Yazarı Mustafa Çiftçi. Özgeçmişinde Yozgat Belediyesinde çalıştığı yazılı. Bu bile çok güzel. :) Muhteşem bir hikaye kitabı yazmış. Eğer hayatınızın bir döneminde Anadolu'da, özellikle de Yozgat-Çankırı-Çorum-Kırşehir-Niğde-Kayseri-Sivas-Nevşehir gibi bir yerde yaşadınızsa bu kitapta size tanıdık gelecek çok şey var. 7 hikayeden oluşan kitap, tek kelimeyle gerçek yaşam öykülerinden oluşuyor. Satırlar arasında gezinirken içli içli ağlayacağınıza ve bir kaç satır sonra da kıkır kıkır kıkırdayacağınıza bahse girerim.

Yazar, kitabını annesine ithaf ediyor. Hiç bir zaman içimden geldiği gibi sevgimi gösteremediğim anneme...Belki de bu cümlesiyle 30 yaşını geçmiş yüz binlerce insanımızın da duygularına tercüman oluyor. Kitapta yoğun olarak görülen şeylerden biri de bu. Bir türlü ifade edilemeyen ama içten içe "bulgur kazanı" gibi kaynayan sevgiler. Babanın oğula, kocanın hanımına ifade edemediği sevgiler. Yoksullukla yaşıt bu coğrafyada insanlar aç karınlarını doyurmanın derdine düşmekten birbirlerine olan sevgilerini ifade edecek fırsat bile bulamadılar. Şimdilerde biraz biraz bellerini doğrulttuktan sonra düzenledikleri "pestivaller", sosyal medya buluşmaları bundan olsa gerek.  

Yazar, bu coğrafyaya ve burada kullanılan dile fazlasıyla hakim, yaptığı gözlemler ve oluşturduğu karakterler gerçeklikle birebir örtüşüyor ve  anlatımı tadından yenmiyor. 

-Aha şu ceketimi satar okuturum kız bunları duyuyon mu?

- Ne satılıp bitmez bir ceketin varmış Refet. 

-Ulan uyduruk avrat! Sana akıl danışanda suç  

Kitapta eksik denilebilecek yegane şey şöyle anlı şanlı bir Almancı hikayesinin olmayışı. Yozgat'ta Yaz Mevsimi başlığı altına döşenecek ve Almanya'da yaşayan bir Yozgatlının çoluk çocuk köye dönüşünü anlatan bir hikaye... Kahve paketleri, hediye şampuanlar, sıcaktan erimiş alaman çikolataları...güzel olurdu diye düşünüyorum. 

Kapaktaki fotoğraf Ara Güler'e ait. Burası neresi bilmiyorum. Tanıdık geldiğini de söyleyemem. Belki de bizim oralarda bir yerdir. Ama bıyıklı abinin giydiği lengerli fötr şapkanın bizimle bir ilgisi olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim.


29 Ocak 2016 Cuma

Hayattasın, Öyleyse Tehlikedesin

Hipnoz altındaki kişiye uygulanan tekniklerden biri de regeresyondur. Yani yaş geriletme. Problemlerinin kaynağının geçmişte olduğu varsayılan kişi, bu yöntemle geçmişteki o tarihe götürülür ve verilen hipnotik telkinlerle problem çözülmeye çalışılır. Uzmanlar, "regresyon hipnozu ile geçen seneye, geçen haftaya, 10-20 yıl önceye, doğum anına, hatta doğum öncesine dönmek mümkün" diyorlar. 

Hakan Günday'ın Daha isimli kitabından söz edeceğim. Regresyon hipnozu ile geçmişe döndürülse, aslında "orada takılıp kalmış" olduğu konusunda tüm psikiyatri dünyasının aynı kararı vereceği bir çocuk olan Gaza'nın öyküsünden... Doğumuyla birlikte gerçek bir "istenmeyen" olduğunu düşünen ve insanların gözlerinde hep bu "istenmiyorsun" bakışını arayan bir çocuk Gaza. Kaçakçı bir babanın, babası gibi kaçakçı olan oğlu Gaza. Mesela yaşamdan öğrendiği ilk şeyler arasında "acımasızlık" var Gaza'nın. "Empati yoksunluğu" var mesela farkında olmadığı özellikleri arasında. Canları yanan insanlar gördüğünde "umurumda değil" diyen bir çocuk Gaza. Ya da farkında olmadan bir kötülük yaptığında davranışını düzeltmek yerine, kötülüğü sahiplenen bir çocuk...Zaman zaman göğüs kafesini sıkıştıran "pişmanlık" ve "kıskançlık" duygusu da olmasa Gaza'nın gerçek bir hayvan olduğunu bile düşünebilirsiniz. 

Gaza'nın zaman zaman yaşadığı bu kıskançlık duygusunun yerini pişmanlığa bırakışına ve bir noktadan sonra güzel ve anlamlı bir yolculuğa dönüşmesine şahitlik edeceksiniz. Her aşaması sert, her aşaması öfke dolu bir yolculuğa...

Kitapta Gaza'nın kişisel yolculuğu merkezde dururken, fonda, yazarın ve Gaza'nın canını sıkan bir dolu şey olduğunu görüyorsunuz. Yazarın diyorum; zira kitabın akışında tek anlatıcı varmış gibi görünse de kaşlarını çatmış vaziyette kitabın herhangi bir yerinde karşınıza Hakan Günday çıkabiliyor. Hakan Günday, bu tespite katılmayabilir. Satır aralarında karşımıza çıkan ve kaşlarının çatık olduğunu söylediğimiz karakterin tam da Gaza olduğunu iddia edebilir. Ne ki, ben, bu kişinin yazar olduğu konusunda nedense kanaat getirmiş durumdayım. Çünkü kitabın bir çok yerinde eş cinsel evliliklerinden tutunda İsrail'in dünya politikasındaki rahatsız edici duruşuna kadar geniş bir zeminde sosyolojik okumalar yapılıyor. Bir yerde insanlık tarihinin "iyi ile kötünün savaşından ibaret olduğu" yalanına inanmamamız salık verilirken bir başka bölümde namus cinayetleri ile çocuk tecavüzlerine dikkat çekilebiliyor. Ya da bir yerde demokrasinin ne menem, ne uydurma bir düzen olduğu konusu tartışılırken bir yerde haritaları çevreleyen kırmızı çizgilere verilen hamasi ciddiyetin gereksizliğini okuyabiliyorsunuz. Kitabın akışındaki sosyal okumalar bu kadar çeşitli olunca, neredeyse tamamen kendiyle meşgul bir karakter olan Gaza'nın, entelektüel birikim gerektirecek bu tarz değerlendirmeler yapabileceğine ihtimal veremiyorum. Bu sebeplerden dolayı Gaza'nın beyninde yaşayan kişi Cuma ise, yanında duran görünmeyen kişi de Hakan Gündaydır diyesim geliyor.   

Yazarın kullandığı metaforlar kitap boyunca çok keyifli bir okumaya vesile oluyor. Sözgelimi kağıttan kurbağa, Cuma'nın diyalogları, Harmin ve Dordor...Lotus çiçeği keşke daha uzun anlatılsaydı. Gaza'nın tek başına atlatmaya çalıştığı "13 gün" ve morfin sülfat partileri ise bir kaç kez okunmayı hak ediyor. 

Kitap boyunca neredeyse hiç mekan tasarımı yok. Mekanlar okurun hayal gücüyle döşeniyor. Bu bir seçim olabilir ama en azından Gaza'nın nasıl bir görüntüsü olduğunu bilmeliydik diye düşünüyorum. Bildiğimiz tek şey sönük mavi gözleri olduğu...uzun mu kısa mı, kel mi fodul mu, saçları ne renk vb. hiç birinin cevabı yok. 

Sonuç olarak elimizde, doğumuyla birlikte travmanın içine düşen bir çocuğun "sert" sözcüğü ile tanımlanabilecek öyküsü var. 

28 Ocak 2016 Perşembe

İyi ki Memur Değilim Hacı! Dedirten Bir İki Cümle...

Ülkemizde, 657 sayılı kanuna sırtını dayayıp memur olmak dünyanın sekizinci harikası olmak kadar kıymetli bir spor. Bu kadar kıymetli ve hakikatli bir çalışma biçimi için Hakan Günday, aşağıdaki veciz ifadeleri sıralamış. Ne demek lazımdır? "Doğru söze şapka çıkartılır" demek lazımdır. 

Ne de olsa, memuriyet bir hayatta kalma sanatıydı. Memurlar, daima hayatta kalacak ve kıyametin resmiyet kazanmasını sağlayacak olanlardı. Yalnız tek sorunları, bütün tırnakları ve bordrolarıyla tutundukları o hayatla ne yapacakları hakkında hiç bir fikirlerini olmamasıydı. Çünkü henüz konuyla ilgili bir yönetmelik yayınlanmamıştı.

                                                                                                    Hakan Günday-Daha

Kim Mukaddes Yüke Hamal?

Eğer iki kurt ormanda şans eseri bir araya gelirse ikisi de kendini huzursuz hissetmez. Çünkü ikisi de kurttur. Ancak iki insan ne zaman ormanda bir araya gelse şöyle düşünürler: Karşımdaki bir hırsız olabilir.

Johann Nestroy

27 Ocak 2016 Çarşamba

Dünya Bizim!

İslamda mala ve servete sahip olmak kınanmaz.
Dünyalara sahip olsanda, dünyaların sana sahip olmasına izin vermemen asıldır.

Mustafa İslamoğlu

Biraz Subliminal Mesaj Alabilir miyim?

Bizdeki tarihi çok eski değil. Hepi topu 10-15 yıldır hayatımızda olan bir kavram var. Kavramın adı subliminal mesaj. Ne olduğunu anlatmaya gerek var mı?

Oturup tüm dikkatini ekranda akan görüntülere vermene gerek yok. Sen zaten subliminal mesaj ararken verilmek istenen mesajı almış oluyorsun. Mesajı almamış olsaydın zaten aramazdın. Ya da şöyle yapalım ve konuyu bir soruya dönüştürelim.

Sorumuz şu: “Sen, subliminal mesaj vermek isteyen biri olsaydın; bir toplum, bir grup, bir klik, bir yer altı örgütü, illüminati gibi bir yapılanma, haftada bir sohbet yapan uyduruk bir cemaat, kamuya açık bir tarikat, yalnızca üç beş üyesi olan bir dernek, bir ülke (örneğin ABD – sence neden aklımıza başka bir ülke gelmiyor? Al sana subliminal J) vb. olsaydın eğer;  bu topluma, yani Türkiye’ye, yani senin gibi subliminal mesajları gece nöbeti tutan bir asker titizliğiyle sektirmeden yakalayan duyarlı bir organizmaya neyin mesajını verirdin?"

Hadi soruyu biraz daha değiştirelim. “Şimdiye kadar veremediğiniz bir subliminal mesajınız oldu mu?” “Sizce Türk toplumuna verilemeyen subliminal mesaj aşağıdakilerden hangisinde belirtilmiştir?”  Çok zor değil. Şıkları görmeden bile söyleyebiliriz. Cevap: Hiçbiri...! 

Modern dünya insanına anlatılmak istenen ama anlatılamayan ne var? Nasıl düşünmemizi istiyorlarsa zaten öyle düşünmüyor muyuz? Gerçekten aldığımız kararlarda özgür müyüz?

Holywood’un sinematografisine bir bakıverin ne göreceksiniz? Hangi konuda ne anlatmak istiyorlarsa hemen hepsi ile ilgili bir filmleri var. Amerika’ya sempati mi duymanız mı gerekiyor, dert etmeyin filmi var. Suriye’de yaşananların zulüm olmadığını mı düşünmelisiniz, çünkü onların acil demokrasiye ihtiyacı var. Dert etmeyin BBC ve CNN var. Afrika’da bitmeyen bir açlık ve bakımsızlık döngüsü mü var. Dert etmeyin UNİCEF-BM var. Fransa’da acımasız katiller masum sivilleri mi bombaladılar? Sivil toplum örgütleri var. Senin, aklı fikri pornoda olan gençler yetiştirmeni sağlamak için hangi subliminal mesajı vermesi gerekiyor daha?  Dernekler, çizgi filmler, gazeteler, akil adamlar…var da var…

Sosyal medyaya dikkatli bak lütfen. Milyonlarca kullanıcısı olan bu mecralarda senin toplumun biçimlendirilmiyor mu zaten? Dünyada olup bitenlerle ilgili nasıl düşünmen gerektiğini sosyal medyadan öğrenmiyor musun? Yeryüzünde yaşayan tuhaf bir kuşak olarak milletlerin pek çok bakımdan birbirlerine bu kadar benzemelerinin sebebi ne ki sence? Sosyal medyada bir siyasi figürün parlatılışına, bir markanın yerin dibine batırılışına, uyduruk bir dizi karakterinin paranormal bir fenomene dönüştürülüşüne, işe yaramaz bir kitabın çok satanlar listesine girmesine, IQ skoru 40 ve civarında olan bir mankenin "muhteşem bir oyuncu" gibi lanse edilmesine, sarışınların aptal olduklarının bilgisine, kadınların araba park edemeyişinin kafana zonk diye çakılışına tanıklık etmedin mi?

Cuma namazından daha büyük sevabı olduğu hakkında iddialar olan AVM ziyaretlerini, sektirmeden yapan sen, hangi subliminal mesajdan kaçtığını sanıyorsun? Oralarda hacetini gidermeye girdiğin tuvaletler bile subliminal biliyor musun? Günde bir milyon faninin girdiği o tuvaletlere klozet koyan kafa, hangi subliminalin etkisinde ise sende aynı rüzgâra kapılmış durumdasın. Etraf, organik atık kaynarken seni canım Türk işi tuvaletlere sokmayıp, klozet denen lüzumsuzluğun üzerine tunemene vesile olan zihniyet sence de subliminal bir mesajın etkisinde kalmış mıdır?

Yaşamak istediğin hayatın nasıl olacağına sen mi karar verdiğini düşünüyorsun? Güldürmeyin lan  adamı (subliminal mesaj barındıran kaba cümle :)) Tatile nereye gideceğine sen mi karar veriyorsun? Sofrada hangi yağı kullanacağına, hangi kanalları izleyeceğine, çocuğuna üzerinde hangi figürlerin bulunacağı kıyafetleri alacağına sen mi karar veriyorsun? Hangi kitapları okuyacağına sen mi karar veriyorsun, hangi dergileri takip edeceğine, ne tarz müzik dinleyeceğine, en çok hangi popüler figürü sevmen gerektiğine sen mi karar veriyorsun? (bu cümlelerin hepsi açık açık subliminal mesaj içeriyor ya la J)

Yani şimdi sana bir videoda cinsel çağrışımları olan görüntüleri “çaktırmadan” izlettiriyorlar veya bir çizgi filmde gizlice seks seks yazılı dalgalar gelip geçiyor, ya da bir şarkıcının klibinde Hristiyanlığın temel motiflerinin olduğu görüntüler hızla dönüyor, bir başka görüntüde ise hangi içeceği içmemiz gerektiği 25. kareye ekleniveriyor. Sence bunlara gerçekten gerek var mı? Gerçekten, dünyaya verilmek istenen mesajlar için bu kadar uğraşılıyor mu? Yoksa adamlar zaten bunu açık açık, kör kör parmağım gözüne der gibi yapıyorlar mı?


Yanisi şu ki aziz dostum; sen sağda solda subliminal mesaj ararken sana geri(N)den verdikleri şeyin adı subliminal mesaj olmasın sakın?


26 Ocak 2016 Salı

Kel Akbabalar Yarını Yerken...

Evin kaçıncı çocuğu olduğunuz, yaşamınızdaki pek çok şeyi belirleyici etkenlerden biri olabilir. En büyük olmanız sorumluluk denilen kavramla daha erken tanışmanıza neden olurken ortanca çocuk olmanız, iki ya da daha çok kişinin tam arasında kaldığınızdan dolayı, kavgaya daha yatkın veya sosyal çevresi daha geniş biri olmanızla sonuçlanabilir. Ya da en küçük olmanız tıpkı masallardaki gibi evin en parlak zekalı kişisi olacağınızın bir nişanesi olabilir. İlginç olan şeylerden biri şu ki; bu konuda yapılmış çok araştırma yok. Yani evdeki matematiksel konumunuzun geleceğinizi nasıl biçimlendirdiği hakkında...




Tek çocuk olmak konusunda ise yapılmış araştırma sayısı bir hayli fazladır. Hatta bu konuda yazılmış bir kaç kitap bile var. Çünkü tek çocuk olmak ziyadesiyle özel bir durum. Haruki Murakami'nin Sınırın Güneyinde Güneşin Batısında isimli kitabı da ailelerinin tek çocuğu olan iki kişinin öyküsünü anlatıyor. İkinci dünya savaşından yeni çıkmış bir ülkede hemen her evde bir kaç çocuk varken bizimkinde bir tek ben vardım diyor ana karakter. Bu durumun etrafta yadırgandığından hatta en çok yadırgayanın kendisi olduğundan da bahsediyor.  Ta ki kitabın diğer önemli karakteri Şimamoto ile tanışıncaya kadar. Her ikisinde de tek çocuk olmakla ilişkilendirdikleri ancak tam da "tarif edemedikleri bir eksiklik" var. Bu eksikliğin ne olduğunu aramak, onu anlamak, dahası yakından tanımak için birlikte vakit geçirmeye başlıyorlar. 12 yaşındaki bu iki "tek çocuk" tüm yaşamlarını etkisi altına alacak duygu payaşımınıda o yıllarda yaşıyorlar. Henüz "kel akbabalar" tarafından yenmemiş olan yarınlarını, dinledikleri Nat King Cole şarkıları ile Liszt konçertoları ile biçimlendiriyorlar. Japonya'nın bu unutulmuş kasabasında hiç anlamadıkları bu müzikleri dinlemek onlarda ortak bir duygu hafızasının oluşmasına neden oluyor. Ana karakter bu özel duyguyu "kimsenin bilmediği bir dünya" şeklinde ifade ediyor. Hatta seneler sonra yeniden dinlediği Liszt konçertosunda plağın arka yüzündeki bozukluktan kaynaklanan puçi puçi seslerini duyamadığında yaşadığı hayal kırıklığı muhteşem anlatılıyor.


Bu şekilde başlayan öykü, Murakami'nin o akıcı dili ve hassas tespitleri ile devam ediyor. Genelde apolitik kalmayı tercih eden yazar, Norwegian Wood'da (İmkansızın Şarkısı) bataklığa benzettiği 1960'lı 70'li yılları bu kez tenis oynayıp dişçilik yapan bir "komünist" üzerinden ti'ye alıyor.


Biri ile konuştuklarınızı unutabilirsiniz ancak onun yanındayken hissettikleriniz hep aklınızdadır mealinde bir söz var. Kitap, karakterlerin yetişkinlik dönemlerini anlatmaya başladığında özellikle ana karakterin küçük içsel yolculuklarına okuru da şahit tutarak 12 yaşındayken hissettiği o duyguyu aradığını anlamamızı istiyor. Bu noktadan sonra ana karakterin duyguları çerçevesinde iyice derinleşen kitap, uzun süre aynı yerde saklanan duyguların nasıl da acı verdiğini ve ifade edilmezse can yakıcı hale dönüştüğünü söylüyor. Seneler sonra gerçekleşen bir buluşma ile daha ağır ve duygu yüklü, hatta birazda melankolik bir anlatının içine düşüyoruz. Ana karakterin çıkmaz sokakları ve çocukluk aşkının gizem dolu halleri kitabı daha çekici hale getirirken olan biten şeyler okuru şaşırtmaya devam ediyor.


Son tahlilde kitap, tek çocukluk yörüngesinde sabit kalmaya özen göstererek "insanın, içinde bir yerlerde olduğunu bildiği o boşluğu" doldurma gayretini anlatıyor. Kitap bittiğinde o boşluğun nasılda tuhaf bir şekilde dolduğunu göreceksiniz ve hem rahatlayacak hem de "olacağı buydu" zaten diyeceksiniz. Çünkü insanlık tarihi, içindeki boşluğun sebebini bilmeyen, bilse de ifade edemeyen, ifade etse de dolduramayan milyarlarca kişiyle dolu.  

25 Ocak 2016 Pazartesi

Hayat Neye Benzer?

Hep hatırla, hayat bir çikolata kutusuna benzer. Bilirsin işte çikolata kutularının içinde ne olur. İlk önce sevdiklerini yersin ve geriye pek de sevmediklerin kalır. Acı veren şeyler yaşadığımda hep böyle düşünürüm. Şimdi bunu atlatırsam her şey yoluna girecek.

Haruki Murakami-İmkansızın Şarkısı (Norwegian Wood)
Resim yazısı ekle

İyileşmek...

-Kalbini açabilen insanlar var, bir de açamayanlar. ......................
 
-Peki, insanlar kalbini açınca ne oluyor? 

-İyileşiyorlar. 

Haruki Murakami-İmkansızın Şarkısı (Norwegian Wood)

İnsanın Kendinden Başka Gidebileceği Yer Var mıdır?

- Rol yaparken kendimden başka biri olabiliyordum. Rolüm sona erince de yine kendime dönüyordum.

- Başka biri olabilmek eğlenceli bir şey mi?

- Tekrar kendine döneceğini bilirsen, evet.

- Kendinize dönmeyi istemediğiniz zamanlar olmadı mı?

- İnsanın kendinden başka dönebileceği bir yer var mıdır ki?

Haruki Murakami-Kadınsız Erkekler

Gün Işığı En İyi Dezenfektandır


Sonsuz veri girişi altında bir günü akşam etmeye çalışan modern insan, etrafında olan bitene karşı sıkı sıkıya odaklanmış bir dikkat geliştirmek zorunda kalmaktadır. Dikkat, kas gibidir. Çalıştırıldıkça yorulur ve her kas gibi dinlendirilmek ister. Eğer dikkati gereğinden fazla çalıştırır ve zorlarsanız fiziksel ve zihinsel olarak tükenme noktasına kolayca gelebilirsiniz. Bu durumdan kurtulmanın yolu dinlenmektir. Dinlenmek için en uygun yer ise binlerce yıldır değişmeyen bir hakikat olarak doğadır. Topraktır, sudur, çayırdır, çimendir, aydır, güneştir.

Ne demiş Felix Frankfurter "gün ışığı en iyi dezenfektandır."  


Sinirsel Vızıltı

Her yerden ve her an gelen, bir bombardıman gibi beynimizi abluka altına alan ve bir an olsun durmayan e-posta, mail, bildirim, sms gibi dijital uyaranların ortak adı "sinirsel vızıltıdır".

(Goleman-Odak) 

24 Ocak 2016 Pazar

Kadınsız Erkekler ya da Yarısı Olmayan Elmalar

Kadın erkek "eşitliği" hakkında yazılmış şeyler ilgimi çekmiyor. Sıkıcı ve gereksiz buluyorum. Çamura saplanmış bir arabanın lastiğinin aynı yerde dönmesi gibi...Lastik döndükçe çamur derinleşir ve kauçuk yanık yanık kokar. Eşitlik konulu tartışmaların genel ekseni böyle. Bu tartışmanın insanlık tarihi kadar eski bir tartışma olduğunu düşünüyorum. Eğer bir sonuca ulaşılmış olsaydı günümüzde hala konuşuluyor olmazdı. Belki de bu konuda ki en net bakış açısı kadın ve erkeği birbirini tamamlayan iki varlık olarak algılamak. Böyle düşününce insan kendini rahatlamış hissediyor. En azından tarafların razı olacağı bir çıkış yolu bulunmuş oluyor. 

Murakami, Türkçeye çevirilen son kitabı Kadınsız Erkekler'de yukarıda bahsettiğim ezeli ve ebedi tartışma konusunda erkeklerin kalesine muazzam bir gol atıyor. Kitap, aşağı yukarı aynı eksenden hareket eden hikayelerden oluşuyor. Yalnız kalan, terkedilen, aldatılan ve kadınlar olmadan nasıl yaşayacağını bilemeyen erkek hikayeleri. Neredeyse hepsi mutsuz, hemen hepsi melankolik ve depresif erkekler...Aşık Samsa hikayesi belki bu genel değerlendirmeden beri tutulabilir. (Samsa hikayesini tam anlamadığımı belirtmeliyim. Kafka'nın, Samsa karakterinin modernize edilmiş hali mi? Devamı mı? Böcek Samsa bu kitapta aslına mı rücu ediyor bilemedim.)
Bir erkek olarak kitabı okurken, Murakami'nin attığı bu golün ne kadar da havalı ve ne kadar da artistik olduğunu düşünüp dişlerimi gıcırdatıyorum.  

Kitap, kadınları anlamayan erkeklerden bahsederken kişinin kendi içine daha dikkatli bakması gerektiğini salık veriyor. Erkeklerin genelde suyun derinliğini iki ayağı ile ölçen aptallara benzediklerinin altını çiziyor. Görgülü erkek ile akıllı erkek arasındaki ayrım yapılırken, kişioğlunun hissettiği duygular arasında en fenasının kıskançlık ve gurur olduğunu vurguluyor. Yazar, zaman zaman kadınların erkek dünyasına, algısına ve bedenine bakışını anlatsa da bu bölümler belli belirsiz gölgeler olarak kitabın bütünü içinde pek hissedilmiyor.  Genel akış böyle... 

Kitapta Murakami'nin klasiklerinden olan pek çok şeye rastlamak mümkün. Kediler yine hikayelerin arasında geziniyor mesela. Geceyarısı çalan telefonlar, bar ortamında geçen bitmez sahneler, Kafka'ya çakılan selam, Beatles'a yapılan göndermeler...

İşin edebi lezzet kısmı ise ancak şöyle anlatılır: Murakami'yi bilenler bilir.  

Yazının başında bahsettiğim kadim kavgada, yani kadın erkek eşitliği konusunda Murakami'nin ne düşündüğüne gelince, kesinlikle kadın ve erkeğin bir elmanın iki yarısı olduğunu düşünüyor. Kitabı dilimize çeviren Ali Volkan Erdemir'e bu güzel çalışma için ayrıca teşekkürler.

Cumanız Mübarek Olsun, Bu Bir Emirdir...!

Vaiz 65 yaşında olduğunu söylemişti. Göründüğü kadarıyla yaşamla ve yaşamın ona verdikleriyle ilgili bir sorunu yoktu. Hatta namaz ve cami adabı hakkında yazdığı bir kitabı bile vardı. Bu konularda çalışmış biriyim derdi kendi için. O gün, kendisini dinlemeye gelen ---aslında günlerden cumaydı ve cematten kimse o gün o hocanın vaaz vereceğini bilmiyordu. Daha kötüsü cemaatten kimsenin de pek umurunda değildi vaazı kimin vereceği--- bu kadar kalabalık bir kitle bulmuşken şöyle bir döktürüvermeliydi. Uzun zamandır açılmamış bir çekmeceden özel olarak çıkardığı vaaz ve nasihatlerini şu gafil kalabalığa anlatmalıydı.
O gün cemaate;
Camiye sağ ayakla girmenin öneminden, hatta evden çıkarken ayakkabının önce sağ tekinin giyilmesinin, elbise giyilirken de aynı şekilde önce sağ kolun sokulmasının öneminden bahsetti.
Camiye girilince en ön safta oturmanın ne kadar büyük bir sevap kaynağı olduğunu söyledi. Ama yanlış anlamalara mahal vermemek için imamın arkasında olmakla en ön safın en sağında ya da en solunda olmanın herhangi bir sevap kaybına neden olmadığını da ekledi. Arka saflarda kalanların ne günahı olduğundan ise hiç bahsetmedi. Hatta, öyle can alıcı örnekler verdi ki cemaat kıkırdamaya başladı. Devlet dese ki ön safta namaz kılana 100 lira, ikinci safta kılana 50 lira vereceğim hepiniz camiyi erkenden doldurursunuz.
Camiye imamdan önce gelmelerine rağmen en ön safa oturmayan, ve oturmak için müezzinlerin oturduğu yeri seçenlerin ne büyük kayıp içinde olduklarının da altını çizdi.
Sahabenin birinin bir gün sarımsak yediğinden ve o halde mescite geldiğinden ve peygamber efendimizin mübarek ağzından o gün, "sarımsak yiyen benim mescitime gelmesin" hadisi şerifinin döküldüğünden de bahsetti. Ha! sigaranın sarımsaktan daha kötü olduğunu da cemaatin bilmesi gerektiğini söyledi.
Bir de cemaatten özel bir ricası oldu. Sevgili cemaat, kızmaca darılmaca yok dedi. Şu sabah namazlarına pijamayla gelmeyin!
Ezan okunurken vaaza devam etmenin günah olduğundan da bahsetti. Bazı imamlar devam ediyor onlarda yanlış yapıyor dedi. Oysa ezan okunurken yapılması gereken ezana eşlik etmektir diye de ekledi. Ellerini kulaklarına doğru kaldırarak müezzin Allahü Ekber dedi mi sen de içinden Allahü Ekber demelisin dedi. Hayyalaesalah dendiğinde vela havle vela kuvvete illa billlahil aliyyül azim denir dedi.
Cemaatten bazılarının o nazenin dizlerini bükemediklerinden kilise cemaati gibi sandalyeler üzerinde namaz kıldığından nasıl rahatsız olduğunu ifade etti. Dizlerinde platin takılıysa o zaman dizlerini bükemezsin anlarım ama başka türlüyse yaptığın doğru değil bunu bilesin dedi. Yurt dışında kaldığı dönemde Almanyada bir camide sandalyeleri gören bir rahibin tehditvari cümlelerini paylaştı. Rahip, bizim kiliselerde bir zamanlar sizin camiler gibiydi ama bu sandalye çıktı mertlik bozuldu demiş.
Vaiz islam dünyasının bu kadar önemli sorunları olduğunu bilmeyen cemaate küçümseyen ancak bir o kadar da anlayış içeren bir bakışla baktı. Sağ ayağın bunca önemini bilmeyen, ezana eşlik etmenin ve ön safta namaz kılmanın sevabından bihaber bu gafil fanilere birazdan lütfedip bir de namaz kıldıracaktı. Neyse ki büyük olan oydu ve büyüklük onda kalsındı.
Namazdan sonra cemaatten aklı evvel birileri "dinlediğim en ruhsuz vaazlardan biriydi" diyerek homurdanırken, bir kısmı da camiye göre daha pis olan sokağa sol ayağıyla çıkmaya dikkat edip sevap kazanma peşindeydi. O anda kimse fark etmedi ama Suriye'nin Madaya kasabasında 7 gündür ağzına lokma koymamış çocuklardan biri daha öldü...

Cehennem Burada!

Meczup tavırlarıyla bilinen Behlül'e bir gün nereden geldiğini sorarlar. "Cehennemden geliyorum, ateş almaya gitmiştim." diye yanıtlar. "Peki aldın mı?" diye sorarlar. "Hayır cehennemde ateş bulamadım. Oraya herkes ateşini kendi getiriyormuş."

Bir Şeyi Çok Yediniz Diye Zekanız Falan Açılmaz!

İnsan doğasıyla tarihin hiçbir döneminde bu kadar oynanmamıştı. İnsan gibi kokma şansımız bile elimizden alınıyor. Düşünebiliyor musunuz, eğer bu şampuanı kullanırsanız özgüveninizin yükseleceği söyleniyor. Ya da önerdikleri siteden alışveriş yaparsanız arkadaşlarınız arasındaki saygınlığınızın artacağını iddia ediyorlar. Böyle bir devri insan türü daha önce yaşamadı.

Birkaç zaman önce tereyağının aslında kalp damar problemlerine yol açmadığını itiraf ettiklerinde çok sevinmiştim. Hatta bırakın kalp sorunlarına yol açmasını, kalbe iyi bile geliyordu. Tereyağı açıklamasından hemen önce de aynı bilimsel ağabeyler, çok su içmenin bilinen bir faydası yok demişler ve eklemişlerdi: Çok su içmenin cilt güzelleştiren, kilo verdiren bir etkisi yoktur. Geçenlerde ünlü bir kalp damar uzmanımızda yıllardır yumurta yemeyi yasakladığı hastalarından özür diledi. Yumurtanın pek bir zararı yokmuş. Dünde gazetelerde o çok “hücre yenileyici” antioksidanların pek işe yaramadığı açıklaması yapıldı. 
Araştırmacılar, antioksidan ihtiva eden birçok krem ve vitamine boşuna avuç dolusu para harcandığını belirtti. İngiliz uzmanlar, genç görünmek uğruna kremlere ve vitamin haplarına para harcamak yerine, sağlıklı beslenmeye çalışmanın ve spor yapmanın daha mantıklı olduğunu bildirdi. 
BBC ve Daily Mail'in haberlerine göre, University College London'dan Dr. David Gems'in araştırması, yaşlanmayla mücadelede antioksidanların anahtar rol oynadığına dair yaygın inanışı çürüttü. Bu konudaki, 50 yıl öncesine dayanan teori, doku ve hücrelerin, gıda enerjiye dönüşürken ortaya çıkan tehlikeli oksijen molekülleri olan serbest radikallerin saldırısı altında bulunduğunu öne sürüyordu. E ve C vitaminleri gibi antioksidanların bu saldırıları püskürttüğü ve böylece yapılan tahribat miktarını azalttığına inanılıyordu. Bu teori, milyonlarca insanın vitamin takviyesi almasına ve antioksidan temelli muazzam bir kırışık önleyici krem pazarının oluşmasına yol açtı. 
Yaşlanma biyolojisi uzmanı Dr. Gems'le ekibi, insanlarla birçok geni paylaşan iplik kurtları üzerinde yaptıkları araştırmada serbest radikaller teorisinin doğru olmadığını saptadı. Ömürlerinin çok kısa süreli olması sayesinde bilim adamlarına uzun dönemli değişimler hakkında fikir veren iplik kurtları, bedenleri fazla serbest radikalleri öldürecek şekilde genetik değişikliğe uğratıldı. Ancak genetik değişime uğratılmış iplik kurtlarının yaşamlarının diğerlerinden uzun sürmediği görüldü. ABD'de fareler üzerinde yapılan bir araştırmada da aynı sonuca ulaşılmıştı. 
Gems, "Aslında yaşlanmanın temel mekanizması hakkında pek de bilgimiz yok." dedi. Yaşlanmayla ilgili serbest radikaller teorisinin 50 yıl boyunca bir bilgi boşluğunu doldurduğunu, ancak delile dayanmadığını ifade eden Gems, "Bu şu anlama geliyor. Yaşlanmayı def etmek umuduyla E veya C vitamini alıyorsanız, bu doğru değil." diye konuştu. Genes&Development dergisinde yayımlanan araştırmada, bununla birlikte antioksidan içeriği bulunan yeşil çayın yararlı olabildiği, çünkü yeşil çayın sadece serbest radikallere karşı değil, başka saldırganlara karşı da koruma sağlayan unsurlar içerdiği belirtildi.
İyi bir sinema takipçisi iseniz son dönemde çevrilen pek çok filmde, insan türünün biyolojik değişime uğrayacağından, vahşileşeceğinden, kullanılan birtakım kimyasalların insan türünü yok edeceğinden ve sağlıklı kalanlarla, değişime uğrayanların bir var olma savaşı vereceğinden haberiniz vardır. Bu tip senaryoları Hollywood’un yaşadığı orijinal senaryo sıkıntısına bağlayabileceğiniz gibi bir gelecek öngörüsü olarak da değerlendirebilirsiniz. Veya 1980 lerin başında bir Amerikalı parlamenterin elindeki 500 mili litrelik kaynak suyunu kafasına diktikten sonra “eğer dünyanın geri kalanı da bizim kadar su içmeye başlarsa, dünyanın sonu yakındır” mealindeki sözlerinden hareket ederek, dünyanın tek tüketicisi onlar olmalı noktasında da gelebilirsiniz. Yaşanan su savaşları, israfa dayanmış gıda ekonomisi, tükenen toprak kaynakları bağlamından olaya bakarsanız da dünya çapında bir değişime neden olamazsınız ama kendi çapınızda aktif olursunuz.
Bilim, kendi kendini imha etmeye devam edecek. İnsanın doğal haliyle var olan güzelliğini kamçılamaya devam ettikçe de her gün yeni bir itirafla karşımıza çıkacak. Bir gün çıkacak dünyaca popüler anti-depresanların hiçbir işe yaramadığını söyleyecek, bir gün çıkacak en doğal gıda kaynaklarının içine turp sıkılıp önümüzü getirildiğini söyleyecek, bir gün çıkacak yoğurdun bozulmadan 1 ay raflarda kalabilmesinin çok sağlıksız olduğunu söyleyecek, bir gün çıkacak mükemmel sindirim sistemlerimizin 2 hafta o üründen yemeye devam edersek iflas edeceğini söyleyecek, bir gün çıkacak kadınların kullandığı kozmetik ürünlerinin insanı mahveden bin bir özelliği olduğunu söyleyecek, bir gün çıkacak ders çalışmak için uygun şart diye bir şeyin olmadığını insanın her şartta başarılı olabileceğini söyleyecek ve bir gün diyecek ki;
Komünizmin babası Marx, hiçbir şey düşündüğü gibi sonuçlanmadığı için üzgündür. Artık beli bükülmüş bir ihtiyardır. Devlet radyosuna gelir ve kapıdaki güvenlik görevlisine radyoya girip, dinleyicilere bir şey söylemek istediğini ifade eder. Kapıdaki görevli tanımadığı bu hacı amcayı önce içeri almaz ama sonradan Marx olduğunu öğrenince hemen içeri alır. Marx radyo mikrofonuna eğilir ve şöyle der: "Dünyanın bütün işçileri özür dilerim!"
Bir gün insan doğasıyla oynayan şirketler aynen Marx üstadımızın yaptığı gibi yapacaklar. Karşımıza çıkıp aslında insani olan ne varsa hiç birinin bir zararı olmadığını bize itiraf edecekler. Bizden özür dileyecekler ama çok geç kalmış olacaklar.

Bu yazıyı niye yazdım? “hocam ne yapsam olmuyor, bana ders çalışma potansiyelimi arttıracak bir şey önerebilir misiniz? Bir arkadaşım kullandığı ilaçtan bahsetti siz ne dersiniz, ya da ne yersem zihnim açılır? Paralelinde gelen bir mailden dolayı yazdım. Mozart dinletilen bir grup deneğin, müzikten hemen sonra IQ seviyelerinin artması ile ilgili deneyi duymuşsunuzdur. Ben de zihnim açılsın diyen arkadaşlarımıza inadına NİHAT DOĞAN dinlemelerini öneriyorum.