30 Ocak 2016 Cumartesi

66 Yozgat...

Ahmet Turan Alkan'ın Sivaslı olduğunu ve hatta Sivas'ta yaşadığını öğrendiğimde çok sevinmiştim. Kitaplarına, yazılarına, kısacası kalemine gıpta ile baktığım bu adamın diğer tüm "entel abiler" gibi Nişantaşı ve civarında yaşadığını düşünüyor ve Türk yazın dünyasının Anadolu'dan bunca uzak kalması yüzünden er ya da geç ortaya çıkacak "kopuştan" memleket ahvali adına üzülüyordum. Oysa Alkan, Sivas'ta yaşıyordu ve bu bile bir şeydi. Yazılarını okudukça bu adam bizi gerçekten tanıyor diyordum. Çok geçmeden oda İstanbul'a taşındı ama içindeki Sivaslının her türlü kültürel asimilasyon ve linç tehlikesine karşı fazlasıyla dirençli olduğunu biliyorum. :)

Ortada bir İstanbul düşmanlığı var sanılmasın, hoş İstanbul'dan zerrece hazzetmem ancak üzerimdeki asıl telaşenin sebebinin İstanbul sevgisizliği değil, Anadolu'ya has bir kompleks olduğunu hemen söylemeliyim. Her şeyin merkezinin İstanbul olduğunu bilmek, Türkiye'ye yeni gelen bir filmin bile önce İstanbul izleyicisinin beğenisine sunulacağını bilmek, artizlerin ve dahi bilimum pembe dizi oyuncularının orada yaşadığına, dizilerindeki tüm "yaratıcı zeka ürünü" sahneleri o şehirde çektiklerini bilmek bir Anadolulunun ciddi derecede canını sıkmaktadır. Yani benimkisi her şeyin merkezi İstanbul olmak zorunda mıdır abicim! deyu atılmış bir önemsiz bir çığlıktır. Geçelim...

Belki de sırf bu yüzden olsa gerek Ahmet Kural ve Murat Cemcir ikilisini bu halk çok sevdi. İronik bir biçimde olsa da dizilerinde anne ve babalarını tatil için Yozgat'a göndermek istediler, modanın başkenti Yozgat dediler, hatta bir bölümü de Sivas'ın bir ilçesinde çektiler. Filmlerini ise yine Sivas, Divriği de çekerek en insani ifadesiyle bize kendimizi iyi hissettirdiler. 

Elimde yeni bitirdiğim bir kitap var. Bozkırda Altmışaltı...Yazarı Mustafa Çiftçi. Özgeçmişinde Yozgat Belediyesinde çalıştığı yazılı. Bu bile çok güzel. :) Muhteşem bir hikaye kitabı yazmış. Eğer hayatınızın bir döneminde Anadolu'da, özellikle de Yozgat-Çankırı-Çorum-Kırşehir-Niğde-Kayseri-Sivas-Nevşehir gibi bir yerde yaşadınızsa bu kitapta size tanıdık gelecek çok şey var. 7 hikayeden oluşan kitap, tek kelimeyle gerçek yaşam öykülerinden oluşuyor. Satırlar arasında gezinirken içli içli ağlayacağınıza ve bir kaç satır sonra da kıkır kıkır kıkırdayacağınıza bahse girerim.

Yazar, kitabını annesine ithaf ediyor. Hiç bir zaman içimden geldiği gibi sevgimi gösteremediğim anneme...Belki de bu cümlesiyle 30 yaşını geçmiş yüz binlerce insanımızın da duygularına tercüman oluyor. Kitapta yoğun olarak görülen şeylerden biri de bu. Bir türlü ifade edilemeyen ama içten içe "bulgur kazanı" gibi kaynayan sevgiler. Babanın oğula, kocanın hanımına ifade edemediği sevgiler. Yoksullukla yaşıt bu coğrafyada insanlar aç karınlarını doyurmanın derdine düşmekten birbirlerine olan sevgilerini ifade edecek fırsat bile bulamadılar. Şimdilerde biraz biraz bellerini doğrulttuktan sonra düzenledikleri "pestivaller", sosyal medya buluşmaları bundan olsa gerek.  

Yazar, bu coğrafyaya ve burada kullanılan dile fazlasıyla hakim, yaptığı gözlemler ve oluşturduğu karakterler gerçeklikle birebir örtüşüyor ve  anlatımı tadından yenmiyor. 

-Aha şu ceketimi satar okuturum kız bunları duyuyon mu?

- Ne satılıp bitmez bir ceketin varmış Refet. 

-Ulan uyduruk avrat! Sana akıl danışanda suç  

Kitapta eksik denilebilecek yegane şey şöyle anlı şanlı bir Almancı hikayesinin olmayışı. Yozgat'ta Yaz Mevsimi başlığı altına döşenecek ve Almanya'da yaşayan bir Yozgatlının çoluk çocuk köye dönüşünü anlatan bir hikaye... Kahve paketleri, hediye şampuanlar, sıcaktan erimiş alaman çikolataları...güzel olurdu diye düşünüyorum. 

Kapaktaki fotoğraf Ara Güler'e ait. Burası neresi bilmiyorum. Tanıdık geldiğini de söyleyemem. Belki de bizim oralarda bir yerdir. Ama bıyıklı abinin giydiği lengerli fötr şapkanın bizimle bir ilgisi olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder