26 Ocak 2016 Salı

Kel Akbabalar Yarını Yerken...

Evin kaçıncı çocuğu olduğunuz, yaşamınızdaki pek çok şeyi belirleyici etkenlerden biri olabilir. En büyük olmanız sorumluluk denilen kavramla daha erken tanışmanıza neden olurken ortanca çocuk olmanız, iki ya da daha çok kişinin tam arasında kaldığınızdan dolayı, kavgaya daha yatkın veya sosyal çevresi daha geniş biri olmanızla sonuçlanabilir. Ya da en küçük olmanız tıpkı masallardaki gibi evin en parlak zekalı kişisi olacağınızın bir nişanesi olabilir. İlginç olan şeylerden biri şu ki; bu konuda yapılmış çok araştırma yok. Yani evdeki matematiksel konumunuzun geleceğinizi nasıl biçimlendirdiği hakkında...




Tek çocuk olmak konusunda ise yapılmış araştırma sayısı bir hayli fazladır. Hatta bu konuda yazılmış bir kaç kitap bile var. Çünkü tek çocuk olmak ziyadesiyle özel bir durum. Haruki Murakami'nin Sınırın Güneyinde Güneşin Batısında isimli kitabı da ailelerinin tek çocuğu olan iki kişinin öyküsünü anlatıyor. İkinci dünya savaşından yeni çıkmış bir ülkede hemen her evde bir kaç çocuk varken bizimkinde bir tek ben vardım diyor ana karakter. Bu durumun etrafta yadırgandığından hatta en çok yadırgayanın kendisi olduğundan da bahsediyor.  Ta ki kitabın diğer önemli karakteri Şimamoto ile tanışıncaya kadar. Her ikisinde de tek çocuk olmakla ilişkilendirdikleri ancak tam da "tarif edemedikleri bir eksiklik" var. Bu eksikliğin ne olduğunu aramak, onu anlamak, dahası yakından tanımak için birlikte vakit geçirmeye başlıyorlar. 12 yaşındaki bu iki "tek çocuk" tüm yaşamlarını etkisi altına alacak duygu payaşımınıda o yıllarda yaşıyorlar. Henüz "kel akbabalar" tarafından yenmemiş olan yarınlarını, dinledikleri Nat King Cole şarkıları ile Liszt konçertoları ile biçimlendiriyorlar. Japonya'nın bu unutulmuş kasabasında hiç anlamadıkları bu müzikleri dinlemek onlarda ortak bir duygu hafızasının oluşmasına neden oluyor. Ana karakter bu özel duyguyu "kimsenin bilmediği bir dünya" şeklinde ifade ediyor. Hatta seneler sonra yeniden dinlediği Liszt konçertosunda plağın arka yüzündeki bozukluktan kaynaklanan puçi puçi seslerini duyamadığında yaşadığı hayal kırıklığı muhteşem anlatılıyor.


Bu şekilde başlayan öykü, Murakami'nin o akıcı dili ve hassas tespitleri ile devam ediyor. Genelde apolitik kalmayı tercih eden yazar, Norwegian Wood'da (İmkansızın Şarkısı) bataklığa benzettiği 1960'lı 70'li yılları bu kez tenis oynayıp dişçilik yapan bir "komünist" üzerinden ti'ye alıyor.


Biri ile konuştuklarınızı unutabilirsiniz ancak onun yanındayken hissettikleriniz hep aklınızdadır mealinde bir söz var. Kitap, karakterlerin yetişkinlik dönemlerini anlatmaya başladığında özellikle ana karakterin küçük içsel yolculuklarına okuru da şahit tutarak 12 yaşındayken hissettiği o duyguyu aradığını anlamamızı istiyor. Bu noktadan sonra ana karakterin duyguları çerçevesinde iyice derinleşen kitap, uzun süre aynı yerde saklanan duyguların nasıl da acı verdiğini ve ifade edilmezse can yakıcı hale dönüştüğünü söylüyor. Seneler sonra gerçekleşen bir buluşma ile daha ağır ve duygu yüklü, hatta birazda melankolik bir anlatının içine düşüyoruz. Ana karakterin çıkmaz sokakları ve çocukluk aşkının gizem dolu halleri kitabı daha çekici hale getirirken olan biten şeyler okuru şaşırtmaya devam ediyor.


Son tahlilde kitap, tek çocukluk yörüngesinde sabit kalmaya özen göstererek "insanın, içinde bir yerlerde olduğunu bildiği o boşluğu" doldurma gayretini anlatıyor. Kitap bittiğinde o boşluğun nasılda tuhaf bir şekilde dolduğunu göreceksiniz ve hem rahatlayacak hem de "olacağı buydu" zaten diyeceksiniz. Çünkü insanlık tarihi, içindeki boşluğun sebebini bilmeyen, bilse de ifade edemeyen, ifade etse de dolduramayan milyarlarca kişiyle dolu.  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder