28 Şubat 2016 Pazar

50 Altın Verin 50 Sopa Vurun

Batı'nın yarattığı karakterleri oldum olası sevmem. Süperman, Batman, Zagor, Şirinler, Red-Kit, hele ki Mickey Mouse ve avanesi...Son dönemde ise her yola gelen bir karakter olarak Barbie'den tırsıyorum. "Barbie yalnızca bir bebek" diye ünleyenleri duyar gibiyim. Evet o bir bebek. Aslında bebek görünümlü bir el bombası. Barbie üzerinden meşrulaştırılan pek çok rahatsız edici davranış var. Temelde bu kız, dişiliği yüzünden kişiliği görünmeyen bir tip. Kılığı, kıyafeti, narsist beden dili, gezdiği dolaştığı yerler, erkeklerle kurduğu iletişim biçimi ile bizim irfanımızdan fersah fersah uzak biri. Amerika'nın 'sweet sixteen' programında oluşturmaya çalıştığı kız tipine cuk oturuyor. Bencil, empati yoksunu ve pragmatist. 'Benden sonra tufan ne gam' diyen biri bizim topraklarımızda ancak linç edilir. Lafı uzatmaya gerek yok aslında. 'Bu Tarz Benim' formatlı eğlencelere katılan yarışmacı tipi  hoşunuza gidiyorsa eğer, Barbie 'sizin için' normaldir diyebiliriz. 

Bir an kendimi Sunay Akın gibi hissettim. Kuru fasulyenin faydalarından bahsedecekken Avrupa Birliği ülkelerinin havacılığa verdiği önemden konuşmaya başladık. Sunay Akın'ın Hayal Kahramanlarından bahsedecekken Barbie'nin vahim durumuna getirdik meseleyi. Bu arada unutmadan söyleyeyim Barbie denen -artık kız mı kadın mı ona siz karar verin- oyuncak 2016 yılı itibariyle tam 57 yaşında. Torun torbaya karışacak yaşa geldi ama maşallah tek bir çiziği, kırışığı bile yok. Geçelim.

Hayal Kahramanları, Sunay Akın'ın son kitabı. İçinde çocukluğumuzdan hatırladığımız çizgi 'Eller' isimli tablosundan yola çıkıp Abidin Dino'nun Anıtkabir inşaatındaki eline uzanıveriyorsunuz. Yazarın bu tarzı, iğne deliğinden deve geçiren adamın başına gelen vahim olayı hatırlatıyor. Padişahın huzurunda böylesi bir işi başaran adam, deve iğne deliğinden geçtikten sonra beklenti dolu gözlerle padişaha bakar. Padişah, 'bu kuluma 50 altın verin. 50'de sopa vurun' diye emir buyurur. Tabi herkes şaşkın. Vezirlerden biri dayanamaz sorar: 'Padişahım, bu kararınızın sebebi ne ola ki?' Padişah şöyle der: '50 altını böylesi zor ve hatta imkansız bir işi başardığı için verin diyorum. 50 sopayı ise hiç bir şeye yaramayacak bu işlerle vaktini harcadığı için.'
film/roman ve sinema karakterleri var. Kitap, Sunay Akın'ın artık klasikleşmiş anlatım tarzıyla hafif ve keyifli bir okuma imkanı veriyor. Her zaman ki gibi ilginç bir yerden konuya giriyor ve çok ilgisiz bir yerden konuyu kapatıyorsunuz. Söz gelimi ünlü ressam Albrecht Dürer'in

Sunay Akın sokaktaki adamın 'malumatfuruş' diye niteleyeceği bir yazar. Yani hakkında '50 sopa vurun' kararının çıkması kesin gibi. Ayrıntıyı ve ince işçiliği sevenler için ise tadından yenmeyecek bir tarza sahip. 50 altını verin. 

Sinema tarihi, görsel sanatlar, havacılık, ara ara siyasi iradeye yapılan eleştiriler, kutsanan cumhuriyet dönemi çalışmaları, toplumun genelini hiç ilgilendirmeyen konularda çok şaşırtıcı bilgiler, tuhaf ve bilinmeyen tanışıklıklar ve çizgi film karakterleri ilginizi çekiyorsa kitap tam size göre.

Kitabın bende açtığı pencere ise sanat eserlerinin kıymeti konusunda oldu. Monalisa'nın 1911 yılında çalınıncaya dek önemsenen bir tablo olmadığını öğrendim. Şimdilerde kör gözüm parmağına der gibi muhteşemliği, mucizeliği ve sakladığı deha gözümüze sokulan bu resmin, yapılışından 400 yıl sonra fark edilmesi size de tuhaf gelmiyor mu? 400 sene boyunca kimsenin iplemediği bir resim, çalındığı andan itibaren kör ölür badem gözlü olur mesabesine yükseltiliyor. Öyle ki çalınıncaya kadar ulu orta sergilenen tablo, sonraki dönemlerde yapılan saldırılar nedeniyle şu anda 'kurşun geçirmez' camın içinde sergileniyormuş. Güler misin ağlar mısın?   

Van Gogh'un ölüm tarihi ile günümüz arasındaki mesafe açıldıkça eserlerinin kıymetlendiğini okumuştum. Van Gogh şimdilerde 'deha' tanımının içine alınan adamlardan biri. Hayattayken 8-10 şiline alıcı bulmayan eserler, öldükten sonra 15-20, bir kaç yıl sonra 50-100 şiline alıcı bulur. Günümüzde ise Van Gogh dedin mi akan sular durur. Böyük sanatçı vesselam. 

Galiba kapitalist dünya; elinin tuttuğu, gözünün kestiği her eseri, her adamı, her kitabı hatta her yeri paraya dönüştürmeye ahdetmiş. Bir Monalisa endüstrisi yok mu mesela? Monalisa hakkında üretilemeyen ne var? Monalisa nerede karşınıza çıkmıyor? Dünyanın her yerinde bulabileceğiniz bir şey değil mi Monalisa? Abartmıyorum. Defter kapaklarından tutun da, WC kapılarına kadar her yerde Monalisa yok mu? Aynı şey pek çok durum için geçerli maalesef. Söz gelimi Mevlana da bu kapital yarışından nasibini almıştır. Kültür Bakanlığının haberi var mı bilmem ama Konya'da ismi Mevlana olan 'etli ekmek' türü bile var. Vallahi. Siparişi alırken garson soruyor: Etli ekmeğiniz nasıl olsun? Kuşbaşılı? Kaşarlı? Kıymalı? Mevlana? Mevlana dediği karışık. Mevlana'nın gerçekte kim olduğu ile ilgilenen yok. Onu eleştiren kötekleniyor. Pidesini yapan para kazanıyor. 

Kitapta en sevdiğim bölümlerden biri Emrullah Yıldız'ın 'görçek' uygulaması oldu. Şahaneydi. Diğeri ise Mickey Mouse ve Süperman'ın kapitalizme yaptıkları desteğin dile getirilmiş olmasıydı. 

Yazıyı şimdi bir kez daha okudum. Sunay Akın'dan farkımız kalmamış. Çağrışımlar insanı nerelere getiriyor? 

  

27 Şubat 2016 Cumartesi

Ağır Ol Batman Gel Aslanım

Ciddiyet önerdiği bir adama böyle der Yozgatlı: 'Ağır ol batman gel!' Evlilik çağına gelmiş bir kız hanım hanımcık ve ideal bir tipse, 'elinde kına ağzında dua' derler. Yapılan bir iş gereksiz ya da uyduruk bir şeyse 'ebem sıçtı, tavuk deşti' gibi kaba görünümlü amma içerisinde pek naif olan akıllara zarar bir tespitte bulunurlar. Yozgat'ın dil bilgisi böyledir. Kaba-saba amma çok dolu. Mesele yeter ki yaşamın içinde bir anı tanımlamak olsun Yozgatlının lafı cebindedir. Söz gelimi Yozgat'ta 'köpek' yoktur. 'it' vardır. İt lafı o kadar çok şeyi ve durumu anlatmak için kullanılır ki bu konuda ortalama 200 sayfa hacminde bir kitap çıkacağını iddia ederim. 'İt gibi kapıda beklemek', 'it gibi ayağını çeke çeke ölmek', 'kapıda it olmak', 'it dölünün inadı', 'it kapıda zabın gerek' bu hacimli dil bilgisinin bir kaç örneği. Yozgatlı, aynı zarif betimlemeleri pek çok farklı konuda yapar. İçinde ille de 'it' geçmek zorunda değildir. Mesela gitmek istediği yere götürülmek için 'Beni de götür kölesi olduğum' der. Bir anda ortaya çıkan sürprizler için 'Aha sana bir kaya, nerene dayarsan daya' diyerek yaratıcı zekasının çıktığı zirveyi görmemizi sağlar. Dalga geçilecek bir duruma düştüğünde 'Tepemize telek sokup oynatsın millet bizi' der. Konuya ortasından girdik şimdi fark ettim. Yozgatlı yazar Mustafa Çitfci'nin ilk hikaye kitabı Adem'in Kekliği ve Chopin'den bahsediyorum. Sözünü ettiğim bu 'laflar' ise kitaptan. Bozkırda Altmışaltı kadar bütün, tanıdık ve sıcak on altı hikayede geçenlerden.   

Kitapta muazzam bir bütünlük var diyorum. Zira Mustafa Çiftci, bu coğrafyanın dil bilgisine çok hakim bir yazar. Deyim yerindeyse kılcal damarlarına kadar tanıyor bu bölgeyi. Okurken bunu rahatlıkla hissedebiliyorsunuz. 

Hikayeler tanıdık diyorum. Zira Mustafa Çiftci'nin hikayeleri ve karakterleri Anadolu'nun her yerinde karşınıza çıkabilecek türden. Söz gelimi, özürlü bir çift gözle doğan ve hamurunda biraz da saflık olan birinin; toplum tarafından hem sahip çıkılan hem de alay edilen bir tip olarak yaşamın içine nasıl kabul edildiğini görmüşsünüzdür. Ya da atasına sırtını dönerek köyden şehre gelen, şehirde de bir türlü düzen kuramadığı için kös kös köye dönenlerden en az birini tanıyorsunuzdur. Kocasını erkenden toprağa veren bir gelinin 'sahipsiz' ifadesiyle nitelendiğini duymuşsunuzdur. Sonra bu sahipsiz kadının yaşam karşısındaki namuslu ve yalnız direnişini. Böyle böyle hikayeler yazmış Mustafa Çitfci. 

Hikayeler için sıcak diyorum ancak bunu anlatabileceğimi sanmıyorum Kitabı okurken bu sıcaklığı hissetmemeniz imkansız.

Son tahlilde Mustafa Çitfci'nin bize unuttuğumuz pek çok şeyi hatırlattığını düşünüyorum. Çünkü onun öykülerinde ısrarla carpe diem (anı yaşa) diyen tuhaf adamlar yerine geçmişi ile barışık, geleceğinden her daim ümitli adamlar var. 'Daha çok isteyen' adamlar yerine kanaat etmeyi bilenler var. 'Önce kendini sev' diyen post-kapital motto yerine, 'diğerlerini düşün' diyen bir Anadolu bilgeliği var. 'Sen mutlu ol yeter' bencilliği yerine 'ananın babanın hatırını say' diye kulağınıza fısıldayan adamlar var. Yoksulu koruyan, yetimi gözeten, birbirine çay ısmarlayan, aşık oldular mı bunu hakkıyla yaşayan, ve onurlu bir yaşam için didinen adamlar. 

Maruz kaldığımız bu kirli ve ego parlatan 'veri bombardımanının' hemen yanına basitliğimizi, küçüklüğümüzü, acizliğimizi, çaresizliğimizi ve insanlığımızı anlatan hikayeler koyarak bize kendimizi hatırlatan Mustafa Çiftci'ye teşekkürler.  






25 Şubat 2016 Perşembe

Tarihe Düşülmüş İyi Niyetli Notlar

Kemal Sayar'ın son kitabından bahsedeceğim. Kitabın ismi Kayıp Arkadaş. 2016 Şubat basımı. Yani çok taze bir kitap. Kitabın kapağında bu kayıp arkadaşın düşmanımız olduğu söyleniyor. İçeride ise neden düşmanımızla arkadaş olmamız gerektiği uzun uzun anlatılıyor. Hem de çok zarif ve insani bir duyarlılıkla...Kitap, yazarın daha önce farklı yerlerde yayınlanmış yazılarından derlenmiş. Yazarı takip edenler kitaptaki bir yazıyı evvelce okudukları hissine kapılabilir. Önceden okumuş olma hissinin ise temelde bir mahsuru yok, zira yazılar tekrar tekrar okunmayı fazlasıyla hak ediyor. 

Kitap çok belli olmayan bir çizgiyle iki bölüme ayrılmış. Birinci bölümde daha güncel ve dünyaya ait sorunlardan bahsedilirken. İkinci bölümde ise bu tuhaf gezegende yaşayan insanın hüzün veren yalnızlığından ve zorla biçimlendirilen algısından bahsediliyor.

'Dünya, dayanılmaz bir yer.' Kitabı okurken hissettiğim en net duygu bu. Terör mağduru insanlar, metropollerin kalbinde patlayan bombalar, kıyıya vuran çocuk cesetleri, her yerde ve her daim ölenler/öldürülenler ve katiller...Yazıları okudukça yumruklarınızı sıkmaya başlıyorsunuz. Kaşlarınızı çatmaya ve huzursuzlanmaya...Derken kendinizi Kabil'e küfrederken buluyorsunuz. Bütün kötülerin ve kötülüklerin sebebi Kabil. Kitaba göre Habil, onun kayıp arkadaşı. Çünkü hepimiz bir diğerinin Kabil'iyiz. Habil olmadan Kabil'in, Kabil olmadan da Habil'in anlamı yok. Siyahla beyaz gibi, geceyle gündüz ve yaşamla ölüm gibi...Dünya zıtlıklarla kaim. Birileri öldürecek, birileri de ölecek. Dünyanın alın yazısında bu sapmaz hakikat var. 

Yazar, gözyaşıyla yıkanan bu gezegene biraz daha empati, biraz daha merhamet ve sevgi öneriyor. Bizlere ise; Öteki dediğimiz adama, yani düşman bellediğimize "otursana biraz konuşalım." dememizi öneriyor. Acısına ortak olmamızı, yanına oturmamızı ve yaşananları vicdan denilen turnusol kağıdı ile  ölçüp biçmemizi öneriyor. El hak bunlar iyi niyetli cümleler. Ancak bundan ötesi maalesef olmayacak. Kabil öldürmeye, Habil de ölmeye devam edecek. Bakara Suresi'nin 86. ayetinde ahireti karşılığında dünyayı satın alan adamlardan bahsediliyor. Bu adam tipi ebed müddet varlığını sürdürecek ve iyiler ölmeye devam edecek. 

Daha çok isteyen, daha çok tüketen, daha çok sahip olan, daha fazlasını arzulayan, ölmeden önce yapması gereken 100 şeyi sektirmeden yapan, daha sağlıklı olmak için fakir sofralarına uğramayan organik ürünlerle beslenen, daha uzun yaşamak için modern kürler uygulayan, genç kalmak için insanlığını portmantoya asıp kozmetik sektörünün nesnesi haline gelen, geleceği bir toplama çıkartma hesabına sıkıştıran, zamanı mekanik bir aksamın içine hapseden, daha çok görünmek ve daha çok göstermek isteyen, daha çok silah satmak için daha çok savaş çıkaran, daha çok öldüren ve son tahlilde dünyayı elde etmek için ahireti satan adam tipi hep olacak. Yazar, insan insanın yurdudur diyerek okuru ümitli olmaya davet ediyor. İnsanın doğası gereği "iyi" olduğunu ve ondan ümit kesmemek gerektiğini hatırlatıyor. Yazara katılmayı çok istiyorum ancak beceremiyorum. 

Kitapta en sevdiğim yazı, "Güzel Ölme Sanatı" başlıklı yazı oldu. Bizim irfanımızda ölümün yaşamın bir parçası olduğu vurgulanırken, seküler algıda ölümün bir 'anma' törenine dönüşmesi harika anlatılıyor. Yaşamın kutsanması ve ölünün 'tıbbi atık' mesabesine ini vermesi...

En sevdiğim bakış açısı ise 'Unutmak' ve 'Nostalji' konularına psikiyatri gözlükleri ile bakıldığı bölümler oldu. Yazarın "yaşam tarzı pornografisi" dediği sosyal ağlarla ilgili tespitler ise son dönemdeki ifadesi ile tam 'okumalık'.

Son tahlilde Kayıp Arkadaş kitabı tarihe düşülmüş ve kesinlikle iyi niyetli notlardan oluşan bir kitaptır. Aynı zamanda hararetle yapılan bir okuma önerisidir.

23 Şubat 2016 Salı

Predestination...

"Nasıl gelmiştin buraya sahi?
Bilmem diye yalan söyledi Tayfun. O kadar çok dua ettim ki Allah kabul etti demek."

'Holywood senaryo sıkıntısı çekiyor' dedikleri günlerdi. Kim mi diyordu? Tabi ki 90'lı yılların sinema dergileri. O zamanlar henüz internet elimizin altında değildi. İnternet kafe denilen baz istasyonları ise henüz keşfedilmemişti. Hatta, memleketi aramak için en yakın telefon kulübesine kadar yürüyorduk ve eğer sokaktaysan sana kimse ulaşamıyordu. Çünkü cep telefonu denilen organımız henüz insan türünün vücuduna monte edilmemişti. Çok uzaklarda bir tarihten bahsettiğim hissine kapılmış olabilirsiniz. Ama değil. 1998'den bahsediyorum. Holywood'un konu bulamadığı yıllardan. 

Elde avuçta ne varsa filmi yapılmış ve geriye pek de bir şey kalmamıştı. Vampirler eskimiş, kovboy filmlerinin yüzüne bakan kalmamış ve henüz zombileri ciddiye alan kişioğlu sayısı bir elin parmaklarını geçmemişti. Velhasıl dünya sinemasının kalbi Holywood, film yapacak konu bulamıyordu. Ve kuvvetle muhtemel ki eli iş tutan bir Holywood senaristi Sezgin Kaymaz'ın "Geber Anne"sini okumamıştı. Okusaydı, çok hoş bir kurguyu film yapma bahtiyarlığına o zamandan erebilirdi.    

Geber Anne, 1998 model bir kitap. İletişim Yayınlarından çıkmış. Sezgin Kaymaz'ın ilk romanlarından. 

Kitap Ankara'da geçiyor. Hatta Keçiören'de. Bize çok yakın. Birkaç sokak aşağıda. Meteoroloji taraflarında. Henüz Fatih Köprüsünün yapılmadığı yıllarda. Eskilerin anlattığı 'bahçeli Keçiören evleri' zamanında. Yazara bu kadar yakınımızda geçen bir eser verdiği için teşekkür ediyorum. 

Az önce de söylediğim gibi kitap, Holywood filmlerine konu olacak kadar hoş ve heyecanlı bir kurguya sahip. Kitapta karakter sayısı çok az. Mevcut karakterlerin ise hepsinin üzerinde yeterince durulmamış. Kitabı taşıyan depresif çocuk Tayfun, ışıktan olma topraktan doğma Kerem, asil ve huysuz kadın Melek ve kısaca lüzumsuzlar diyebileceğimiz İhsan Beyit ve Hasan Çokar. 

Kitap, Tayfun'u merkeze koyarak, İsmailoğlu ailesinin utancını/dramını anlatıyor. Melek Hanım ve Kerem hep oradalar. Freudyen bir bakış kitabı okursa Tayfun ve Melek Hanım arasındaki ilişkide Oidipus Kompleksini temellendirecek çok malzeme bulabilir. Aynı şekilde, Kerem ile Tayfun arasındaki ilişkide de normallik sınırlarını zorlayan yakınlaşmalar rahatsızlık verebilir. Mevlana ile Şems arasında yaşanan ve kimilerini rahatsız eden iletişim biçimi burada sık sık karşımıza çıkabiliyor.

Hasan Çokar ve İhsan Beyit ise zaman zaman sahneye çıkmalarına rağmen kitabın en güçlü bölümlerine payanda oluyorlar. İki karakterde yurt müdürü. Bunların başlarına gelenleri okurken gözümün önüne üçüncü sınıf bir Türk filminin setinden fırlamış iki beceriksiz figüran geliyor. Ama kitabın hareket alanını o kadar genişletiyorlar ki yaptıkları işi görmezden gelmek haksızlık olur. Reenkarnasyona açtıkları kapı, ölüm ve ötesi ile ilgili çıkarımları ve mezarlıkta yaptıkları akıllara zarar tespitler kitabın önünü açıyor. Bu nedenle en çok onları sevdim. Bu iki adam, bizim çok iyi tanıdığımız müdürlerden. Cahil, zalim ve dindar. Onları hem sevecek hem de gıcık olacaksınız. 

Kitapta yoğun bir şekilde hissedilen mistik bir hava var. Bunda bölüm başlarında tercih edilen Mevlana sözlerinin ve zaman zaman üzerinden geçilen "aşk" temalı diyalogların çok etkisi var. Artık yeni nesil okura sıkıcı geleceğini düşündüğüm "ben sende kayboldum, aşkından eridim sen oldum" "ben ol da anla", "şarabı içen o, sarhoş olan sizsiniz" gibi tasavvufi içerikler sıkça kullanılıyor. Kitabın kurgusuna bütüncül bir gözle bakıldığında belki de kitabı yoran iki şeyden biri bu. Yani tasavvuftaki tuhaf aşk algısının satır aralarına serpiştirilmesi. Diğer yorucu unsur da Kerem'in nedenini bir türlü anlayamadığımız ama ısrarla güncellenen büyüleyici kişiliği, güzelliği, ışıklığı, etkileyiciliği...Yazar, Kerem karakterine çok yatırım yapıyor, ancak Kerem hep onu ilk tanıdığımız haliyle kalıyor. Keşke kitabın sonunda Tayfun kadar güçlenebilseydi. Şu haliyle kerameti kendinden menkul bir Kerem olarak kaldı. 


Kitapta ısrarla üzerinde durulan zamanın halleri ve evrendeki devir daim kavramları ise çok keyifli ve düşündürücü bir okumaya imkan tanıyor. Bu bölümlerdeki yorumlar çok defasında Hasan Çokar ve İhsan Beyit kalibresinde olsa da keyif aldığımı belirtmek isterim. Kitabın zamanı eğip büken yanlarına çokça değinildiğini düşündüğümden burada bitiriyorum. 

Son söz: Geber Anne! okunur...







18 Şubat 2016 Perşembe

Bu Kitapta Hiç İyi İnsan Yok

Mustafa Çiftçi'nin Bozkırda Altmışaltı'sından sonra Sezgin Kaymaz'ın 'Bakele' isimli hikaye kitabı ile Anadolu'yu yaşamaya devam ediyoruz. Kitabın, kültürün ve sanatın Anadolu'da bir yerlerden yükselmesi engel olamadığım bir sevince kapılmama neden oluyor.  Sezgin Kaymaz'da Ankara'da yaşayan yazarlardan. "15-16 milyon insan İstanbul'da yaşıyor abicim!" diye bir geyik var. Ona bakılırsa geriye kalan 60 küsur milyonda Anadolu'da yaşıyor. Bu nedenle Anadolu'dan çıkan sesler çok önemli, sahip çıkmak gerek. Bu İstanbul hegemonyası bitecek/bitmeli.    

Sezgin Kaymaz, Bakele'sinde tam ortasından seslenmiş Anadolu'nun. Hemen buralardan sesleniyor okura. Ankara'dan, Ulus'tan Kızılay'dan.  

Kitap, tek oturumda okunacak türden. Kısa, akıcı ve keyifli öykülerden oluşuyor. Öykülerin kimi sarsıcı, kimi "aynen öyle valla" dedirten cinsten, kimi de havadan sudan...Alacaktan, verecekten, berberden, bakkaldan...

Kitapta 34 öykü var. Yaşamın ta içinde geçen olaylar. Yazar; basit, küçük, sıradan ve çoğu zaman kimsenin dikkatini çekmeyen olaylardan bahsediyor. Kitabın içindeki insanlar da olaylar kadar sıradan. Neredeyse hiç iyi insan yok öyküler arasında, kötü de yok. Hep ortalama tipler. Ne iyi, ne kötü. Belki de iyiliği ile en dikkat çekici isim Julia'dır (o bir doberman).

Uzun uzun anlatılan kimse yok kitapta. Ama karakterlerin tamamını hayatınızda en az bir kere gördüğünüze bahse girerim. Çünkü hepsi içimizde yaşıyor. Bu nedenle kitap boyunca tanışacağınız herkes, evvelce selamlaştığınız, çay içtiğiniz hatta aynı odada kaldığınız biri olacak hiç şüpheniz olmasın. 

Öykülerin tamamında bulunan, okudukça satır aralarından fırlayan ve her sayfada gittikçe yükselen bir duygu var. Çok net hissettiğim bu duygunun adı: "biz". Sokaktaki biz, evdeki biz, yalancı biz, çıkarcı biz, yardımsever biz, pişman biz, dindar biz, kavgacı biz, sevgi dolu biz, saf biz...Karakterlerin hepsini belki de bu nedenle tanıyor olacaksınız. 

Kitabın verdiği bir toplumsal mesaj yok. Varsa da ben görmedim. 'Daha güzel bir dünyada yaşayabiliriz', 'şehir magandalarına dur de' ya da 'trafik canavarı olmayın' gibi daha önce "hiç duymadığımız" mesajlar yok. Hikayeler; okuyun, eğlenin, ağlayın, hüzünlenin diye yazılmış besbelli. Toplumsal mesaj vermeyen kitap mı olur? diye soracak olursanız iki öykü de geçen "köpekleri sev, onları koru" mesajı veren bir kaç satırdan bahsedilebilir. :)


En beğendiğim hikayeler ise; Gödeneli İshak Demir ve Kadın Gibi. İyi okumalar. 

  

17 Şubat 2016 Çarşamba

Erkek Böyle Hissetmez!

"Yanımdayken yanımdaymış gibi hissedemez olmuştum onu mesela. Ben onun yanındaymışım gibi hissediyordum."

Sezgin Kaymaz-Bakele-Erkek Olan






16 Şubat 2016 Salı

Kitab'ül Hiyel'den İki Mesele

İhsan Oktay Anar'ın bütün eserleri Kitab'ül Hiyel'le dün akşam itibariyle bitti. Birbirinden güzel 7 kitap. Kullanılan dil, olayların geçtiği dönem, mekan ve karakter tasvirleri, ilgili-ilgisiz yerlerde pat diye kitabın içine düşen karakterler, akıl sınırlarını aşmasına rağmen hiç bir mantık kuralını çiğnemediğine iman ediverdiğiniz hikayeler ve damak şaklatan bir kurgu...İhsan Oktay Anar, yazmaya devam etse iyi olur. 

Kitab'ül Hiyel esasen 20 yaşını aşmış bir kitap. Yazar kitabın sonuna 93 yılını not düşmüş. Baskı yılı muhtemelen daha geç. Ancak son dönemde yazdıklarından hiçte aşağı kalır bir yanı yok. Hatta Kitab'ül Hiyel'in daha özel bir çalışma olduğu bile söylenebilir. Çünkü kitabın omurgasını oluşturan mühendislik çalışmaları öyle her babayiğidin "hımm tamam anladım" diyebileceği işler değil. Kitabın içine çizilen makine eskizleri, öyle özenli çizilmiş ve anlatılmış ki mekanizmayı anlamak için ciddi ciddi incelemeniz gerekiyor. 

Kitapla ilgili yazılmadık şey kalmamış. O nedenle oturup bir kitap analizi yapmayı yersiz buluyorum. Ancak kitap boyunca dikkatimi çeken iki önemli nokta var. Birincisi, "soru" halinde yaşayan adam tipinin anlatıldığı bölümler. Diğeri ise Devlet-i Ali Osmani'nin çürümüş bürokrasisinin alelade bir vak'aymış gibi aktarıldığı bölümler.

İnsan beyni, oksijen ve glikozla çalışır derler ama eğer içinde bir soru yoksa korkarım doğru düzgün çalışamaz. Hele ki bu soru "doğru soru" değilse hiç çalışmaz. Kitapta hep soru halinde yaşayan adam derken kastettiğim buydu. Örneğin; Yafes Çelebi ve Calüd'ün gündelik yaşamın içindeyken fark ettikleri her ayrıntının yeni bir icat olarak karşımıza çıkması harikaydı. Ya da yaşadıkları her krizi zihinlerinde günlerce taşmaktan yüksünmemeleri gibi yalnızca deha geni taşıyan adamlara ait özellikleri onlarda görmek pek hoş bir duyguydu. Gözleri iki soru işareti olarak etrafı tarıyor, olup biten her olay, kurulan her cümle ilham kaynağı oluyordu. Söz gelimi, Yafes Çelebi'nin Rossini'nin Hırsız Saksağan eserini duyduktan sonra kendine bir geçim kaynağı bulması, ancak kafasında soru taşıyan bir adamın elde edebileceği bir buluştur. Aynı şekilde Galata kulesinden belindeki kuşak sayesinde döne döne düşen bir adamın durumuna bakıp deniz savaşlarında kullanılabilecek bir silah fikrinin parlaması da buna örnektir. Tabi olarak, alelade olaylarda bir mucize saklandığını fark etmek ancak böyle kafaların işidir. Kahramanlarının yaşadığı krizleri çoğu zaman hoş bir tesadüfle ya da parlak bir fikirle çözen İhsan Oktay Anar belki "deha geni" taşıyan bir kahramanının başından geçenleri anlattığı bir kitap yazar? Kim bilir. 

Dikkatimi çeken ikinci konu ise kokuşmuş bürokrasinin insana neler yaptığı ile ilgili. İnsanı devlet hakkında korkutan en net duygu: "Yolunda gidiyormuş gibi görünen bir işin her an sekteye uğrayacağı ihtimalidir." Devletle iş yapanlar bunu çok iyi bilir. Hangi memurun, kağıdın neresinde bir sorun bulacağını asla kestiremezsiniz. Kitap, Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerini anlatıyor ve sık sık değindiği konulardan biri de çürümüş devlet bürokrasisi. İcat ve buluşlarla devlet kapısını aşındıran ve bir umut ciddiye alınmayı bekleyen hiyelkarları canından bezdiren memur diktatörlüğü o kadar güzel anlatılmış ki, bu bölümlere bayıldım. Öyle bıktırıcı ve tiksindirici bir memur algısından bahsediliyor ki, ister istemez kahramanların haline acımaya başlıyorsunuz. Hatta devlet eliyle defalarca linç edilen Yafes Çelebi'nin durumu bir yerde şöyle anlatılıyor: "Kendisini muhtemel bir talihsizliğe hazırlamayı adet edinmiş olan Yafes Çelebi, her şeyin yolunda gideceğine kolay kolay inanmak istemiyordu." Bu bölümler bana 20-30-40 yıl öncesinin Türkiye'sini hatırlattı: Memur diktatörlüğü...

İhsan Oktay Anar, kalemiyle, tarzıyla, diliyle, kurgusuyla gerçekten önünde şapka çıkartılması gereken bir yazar. Ortaya koyduğu bu tarz, yarattığı bu bütünlük duygusu ve en önemlisi mesaj yüklü satırlarıyla uzun yıllar okunacak bir yazar.   






11 Şubat 2016 Perşembe

Bir Gün Değil, Her Gün Sevgililer Günü Olsun !

Medya marifetiyle besleyip palazlandırdığımız ve sonrada el birliği ile "çok mühim günler" başlıklı listede kurban ve ramazan bayramından hemen sonraya yazdığımız sevgililer günü geldi çattı. Ne kadar bahtiyar olduğumuzu konuşmaya gerek yoktur sanırım? 

Şimdi oturup uzun uzun kapitalist dünya düzeninin akıl sağlığımızla nasıl oynadığı hakkında yazmayı yersiz buluyorum. Hem sıkıcı da olur. Yaşadığımız şey kelimenin tam anlamıyla "tecavüzün kaçınılmaz" olduğudur Nokta. Sen istediğin kadar "bunlar batı adeti, bizimle ne ilgisi var böyle günlerin?" deyu bağır çağır. Anadolu'nun kalbi olan Yozgat'da bile Sevgililer Günü kutlanmaktadır. Yozgat diyon ne diyon? Yozgat gibi yerde kutlanan sevgililer günü, Ankara'da, İstanbul'da kutlanmaz mı? 

Bu nedenle sevgililer günü kutlamalarının gereksizliğini vurgulamak yerine, hem kafama takılan bir kaç soruyu sormak hem de bu özel gün ekseninde yaptığım bir iki tespitimi paylaşmak istiyorum. Yoksa zevk almaya başladık bile mi demeliydim?

1.  Sevgililer Günü neden kızların, erkeklere kıyasla daha özel, daha önemli olduğu ve daha fazla hatırlandığı bir gün olmak zorundadır? Neden önce kızların hatırlanması gerekmektedir? Erkek sevgililer de kızlar kadar hatırlanmalı değil midir? Bu sömürüye birileri dur demelidir. Uyarmadı demeyin erkekler. Sizin de trip atma hakkınız vardır.


2. Sevgilisi olsun olmasın, bugüne kadar neden hiç bir kız çıkıp da "böylesi salak günlerin" gereksizliği üzerine bir demeç vermemiştir? Tam tersine neden sevgililer gününde bütün kızlar "çok pahalı bir arsayı ucuza kapatmış emlakçı gibi avuçlarını ovuşturmakta ve hınzırca gülmektedir?"

3.  Çiftlerin birbirine aldıkları hediyelere bakıldığında, kadınlara alınan hediyelerin daha dikkat çekici olduğu görülmektedir. Gariban erkekler, %80 pamuk, %20 oranında polyester malzemeden yapılma çorapla mutlu olurken, kadınların hediyeleri hep altınbaşak, atasayar ve zen gibi kuyum sektörü ile ilgili olmaktadır. 6'lı fincan takımı, blendır, tost makinesi gibi yaşamı kolaylaştıran aletler ille de annelere mi layık görülmelidir? Bu noktada geçtiğimiz senelerde eşine sevgililer günü hediyesi olarak "sağmal inek" alan romantik adam hatırlanmalı, zekası önünde saygı ile eğilmelidir. Adamın eşi ise bu durum karşısında burun kıvırmamış, beyinin kendisini ne kadar sevdiğini düşünerek mutlu olmuştur. 

4. Sevgililer Günü'nün yurt çapında bir teyakkuz haline dönüşmesinden dolayı artık TBMM bu özel güne bir el atmalıdır. Tez elden meclis toplanmalı ve Sevgililer Günü tatil yapılmalıdır. Çünkü bu özel günün teorik olarak 1 Mayıs'tan farkı yoktur. Hatta sevgililer gününün perşembe gününe denk geldiği senelerde tatil, hafta sonunu da içine alacak şekilde uzatılmalıdır? Haksız mıyım allasen? 

5. Yapılan araştırmalara göre dünya üzerinde ayrılıkların en çok yaşandığı tarih 14 Şubattır. Sevgilisi tarafından unutulan, ihmal edilen, hediye alınmayan, yemeğe çıkartılmayan ve alınan hediyeyi beğenmeyen nice kadın/kız, hızla ilişkisini gözden geçirmektedir. Yaşadığı bu değersizlik duygusu nedeniyle, uzun süredir içinde tuttuğu sözcükleri bir anda seslere dönüştürmekte ve "bu öküzle benim ne işim var!? sorusu etrafında yoğunlaşan sesler hızla atmosfere karışmaktadır. Akabinde çıkan kavgadan mütevellit canım aşklar/flörtler sona ermektedir. Bu durum daha ne kadar devam edecektir? Emek verilmiş, büyütülmüş ilişkiler bir 14 Şubat ihmalkarlığı yüzünden heba olup gidecek midir? Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı acaba görevinin başında mıdır?

6. Sevgilinle yemek yediğin yerin her zaman lüks restoranlar mı olması gerekmektedir Televizyonlarda neden ısrarla zenginlerin sevgililikleri gösterilmektedir? Lüks restoranlarda sevgilisine yemek yediren zengin adam tipi neden ısrarla pohpohlanmakta, parlatılmaktadır? Fakirler, orta halliler bugüne özel bir yemek programı yapamaz mı? Sevgililer Gününde parası olmayan biri, pidenin içini evde yapıp ortasına kıyma ile kalp şekli kondursa zenginlerinkine benzeyen bir romantizm seviyesi yakalanmış sayılmaz mı? 

7.  Sevgililer Günü ile keman arasında kurulan zoraki bağlantı, neden bu topraklarda saz ile kurulamamaktadır? Saz, kemana göre aşkı daha içten anlatan bir enstrüman değil midir? Aşk dolu türkülerimiz kemanla mı söylenmektedir kuzum? Sevgililer Gününe özel programlar yapan mekanlar, sevgililerin başında keman çalan adamlar yerine saz tıngırdatan abdalları istihdam etseler daha iyi olmaz mı?

8. Sünnet olmak, cerrahi bir olaydır ancak konu komşu gelir, altın takar. Mana boyutu bir kenara bırakılıp aynı mantıkla bakıldığında yemek yeme işi de gastronomik bir olaydır. Ama sevgililer romantiklik olsun diye yemeğe çıkarlar. Böylesi özel ve anlamlı bir günde balık, kuzu şiş, ali nazik, patlıcan kebabı gibi Türk restorancılığını ayakta tutan şeyleri sevgiliyle yemenin romantik olduğunu düşünmek nasıl bir algı dünyasının eseridir? Bu mantıkla olaya baktığınızda sünnet olana altın takma işi, kebap yerken romantik olmaktan daha mantıklı görünmektedir. 

9. Sevgilisi olmayanlara Ramazan Bayramını ailesinden uzakta geçiren uzun yol şoförü gibi muamele yapmak da neyin nesidir? Sevgilisiz olmak, hangi engel grubuna girmektedir? Sevgilisi olmadığı için her 14 Şubatta bunalıma giren yüz binlerce vatan evladına reva görülen bu zulmün ve yarattığı travmanın sorumlusu kimdir? Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı 14 Şubatlarda fazladan mesai yapmalı değil midir?






8 Şubat 2016 Pazartesi

Batıya, Hep Batıya Gidin "bok" Var!

6-10 yaş arası çocuklar için önerilen kitaplardan bir kaçı...

Yukarıdaki "resimde"* ülke çapında kitap-müzik piyasasını belirleyen bir mağazanın 6-10 yaş arasındaki çocuklar için önerdiği kitaplar var. Mağaza, anne babaları kitap arama zahmetinden kurtardığını düşünmüş olacak ki bu yaş aralığındaki çocuklar için bir bölüm ayırmış ve okumalarını uygun gördüğü kitapları sıralamış. Anne babalar için müthiş kolaylık. 

Kitaplar arasından yaklaşık 20 saniye içinde seçtiklerim bunlar. Yeminlen söylüyorum, 20 saniye sürdü. Ejderhalar, vampirler, cadılar, lanetliler, korsanlar, hayaletler...Ortalık toz duman...

Batı'nın masalcılığı ile ilgili dosyaya kısaca bakmak lazım. Psikopat kardeşler Hansel ve Gratel, çocuklara bakamıyoruz diye ormana bırakan Oduncu ve Karısı namlı sosyopatlar, el kadar çocuklara zulmeden üvey anneler (külkedisi, pamuk prenses), uyuyan güzele tecavüz eden asil prensler...Midem kalktı vallahi...Uzatmayalım. Batı'nın masal tarihini merak edenler bize sempatik sempatik anlatılan masalların asıl öykülerine bir göz atıversinler.

Vampir, zombi, hayalet gibi hastalıklı kavramları okuyarak büyüyen çocukların ne olmasını hayal ediyorlar bilmiyorum. Bu masalları anlatarak büyüttükleri çocuklarının dünyaya neler yaptığını da görüyoruz.

Doğu ile Batı'nın masallarına daha dikkatli bakmak lazımdır. Şu beğenmediğiniz Keloğlanımız bile ahlak, iyilik, doğruluk, erdemlilik dolu mesajlar vermekteyken, burun kıvırdığımız sakallı hocamız Nasrettin, mütemadiyen aklın ve öngörünün altını çizerken, Dede Korkut masallarındaki korkunç Tepegöz bile sonunda doğru yolu buluyorken ne işimiz olur zombilerle, vampirlerle, hayaletlerle?

Batı'nın yediği herzelerle ilgili Sezai Karakoç'un manidar şiirini ilişiğe ekliyorum. Okumakta fayda vardır.

*resim sözcüğü Ara Güler'in tercihi. Benim de çok hoşuma gidiyor. 

MASAL



Doğuda bir baba vardı
Batı gelmeden önce
Onun oğulları batıya vardı


Birinci oğul batı kapılarında
Büyük törenlerle karşılandı
Sonra onuruna büyük şölen verdiler
Söylevler söylediler babanın onuruna
Gece olup kuştüyü yastıklar arasında
Oğul masmavi şafağın rüyasında
Bir karaltı yavaşça tüy gibi daldı içeri
Öldürdüler onu ve gömdüler kimsenin bilmediği bir yere
Baba bunu havanın ansızın kabaran gözyaşından anladı
Öcünü alsın diye kardeşini yolladı

İkinci oğul Batı ülkesinde
Gezerken bir ırmak kıyısında
Bir kıza rastladı dağların tazeliginde
Bal arılarının taşıdığı tozlardan
Ayna hamurundan ay yankısından
Samanyolu aydınlığından inci korkusundan
Gül tütününden doğmuş sanki
Anne doğurmamış da gök doğurmuş onu
Saçlarını güneş destelemiş
Yıllarca peşinden koştu onun
Kavuşamadı ama ona
Batı bir uçurum gibi girdi aralarına
Sonra bir kış günü soğuk bir rüzgâr
Alıp götürdü onu
Ve ikinci oğulu
Sivri uçurumların ucunda
Buldular onulmaz çılgınlıkların avucunda
Baba yağmurlardan anladı bunu
Yağmur suları acı ve buruktu
İşin künhüne varsın diye
Yolladı üçüncü oğlunu


Üçüncü oğul Batıda
Çok aç kaldı ezildi yıkıldı
Ama bir iş buldu bir gün bir mağazada
Açlığı gidince kardeşlerini arayacaktı
Fakat batının büyüsü ağır bastı
İş çoktu kardeşlerini aramaya vakit bulamadı
Sonra büsbütün unuttu onları
Şef oldu buyruğunda birçok kişi
Kravat bağlamasını öğrendi geceleri
Gün geldi mağazası oldu onu parmakla gösterdiler
Patron oldu ama hala uşaktı
Ruhunda uşaklık yuva yapmıştı çünkü
Bir gün bir hemşehrisi onu tanıdı bir gazinoda
Ondan hesap sordu o da
Sırf utançtan babasına
Bir çek gönderdi onunla
Baba bu kağıdın neye yarayacağını bilemedi
Yırttı ve oynasınlar diye köpek yavrularına attı
Bu yüklü çeki
İyice yaşlanmıştı ama
Vazgeçmedi koyduğundan kafasına
Dördüncü oğlunu gönderdi Batıya

Dördüncü oğul okudu bilgin oldu
Kendi oymak ve ülkesini
Kendi görenek ve ülküsünü
Günü geçmiş bir uygarlığa yordu
Kendisi bulmuştu gerçek uygarlığı
Batı bilginleri bunu kutladı
O da silindi gitti binlercesi gibi
Baba bunu da öğrendi sihirli tabiat diliyle
Kara bir süt akmıştı bir gün evin kutlu koyunundan

Beşinci oğul bir şairdi
Babanın git demesine gerek kalmadan
Geldi ve batının ruhunu sezdi
Büyük şiirler tasarladı trajik ve ağır
Batının uçarılığına ve doğunun kaderine dair
Topladı tomarlarını geri dönmek istedi
Çöllerde tekrar ede ede şiirlerini
Kum gibi eridi gitti yollarda

Sıra altıncı oğulda
O da daha batı kapılarında görünür görünmez
Alıştırdılar tatlı zehirli sulara
Içkiler içti
Kaldırım taşlarını saymaya kalktı
Ev sokak ayırmadi
Geceyi gündüzle karıştırdı
Kendisi de bir gün karıştı karanlıklara

Baba ölmüştü acısından bu ara

Yedinci oğul büyümüştü baka baka ağaçlara
Baharın yazın güzün kışın sırrına ermişti ağaçlarda
Bir alinyazısı gibiydi kuruyan yapraklar onda
Bir de o talihini denemek istedi
Bir şafak vakti Batıya erdi
En büyük Batı kentinin en büyük meydanında
Durdu ve tanrıya yakardı önce
Kendisini değistiremesinler diye
Sonra ansızın ona bir ilham geldi
Ve başladı oymaya olduğu yeri
Başına toplandı ve baktılar Batılılar
O aldırmadı bakışlara
Kazdı durmadan kazdı
Sonra yarı beline kadar girdi çukura
Kalabalık büyümüş çok büyümüştü
O zaman dönüp konuştu :
Batılılar !
Bilmeden
Altı oğlunu yuttuğunuz
Bir babanın yedinci oğluyum ben
Gömülmek istiyorum buraya hiç değişmeden
Babam öldü acılarından kardeşlerimin
Ruhunu üzmek istemem babamın
Gömün beni değiştirmeden
Doğulu olarak ölmek istiyorum ben
Sizin bir tek ama büyük bir gücünüz var :
Karşınızdakini değistirmek
Beni öldürseniz de çıkmam buradan
Kemiklerim değişecek toz ve toprak olacak belki
Fakat değişmeyecek ruhum
Onu kandırmak için boşuna dil döktüler
Açlıktan dolayı çıkar diye günlerce beklediler
O gün gün eridi ama çıkmadı dayandı
Bu acıdan yer yarıldı gök yarıldı
O nurdan bir sütuna döndü göğe uzandı
Batı bu sütunu ortadan kaldırmaktan aciz kaldı
Hâlâ onu ziyaret ederler şifa bulurlar
En onulmaz yarası olanlar
Ta kalblerinden vurulmuş olanlar
Yüreğinde insanlıktan bir iz tasıyanlar
Sezai Karakoç

6 Şubat 2016 Cumartesi

Nietzsche'nin Kulakları Çınlasın, Bu Kez Vicdan Böyle Buyurdu

Ankara Okulu Yayınlarını seviyorum. Değerli, özenli ve etkileyici kitaplar yayınlıyorlar. İlkesel olarak duruşu olan bir yayın evi olmasından dolayıda ayrıca kutluyorum. Bahsedeceğim kitap İlhami Güler hocanın, Kasım 2015 tarihinde yayınlanmış "Vicdan Böyle Buyurdu" isimli kitabı. Kitap, güçlü kuvvetli bir adamın sizi iki ayağınızdan tutup duvardan duvara vurması şeklinde bir etki bırakıyor. Sarsıcı ve hüzünlü bir kitap. Sarsıcı, çünkü bildiğiniz ve bildiğinizi sandığınız pek çok şeyi "bir de böyle düşün" diyerek bilmediğinizi fark ettiriyor. Hüzünlü olmasının nedeni ise, İslam dünyasının hal-i pürmelali ve Türkiye'nin yakıcı yalnızlığı üzerine düşünceleri....

Kitap, 9 temel başlık altında ancak yüzlerce konuya değinerek ilerliyor. Okurken bazen yazarın kaleminden damlayan kanı, bazen gözünden süzülen yaşı, öfkesinden dolayı dişlerini gıcırdatırken çıkan sesi, sokağın ortasında attığı çığlığı, İslam coğrafyasına yönünü çevirip şap diye tükürüşünün yarattığı etkiyi hissedebiliyorsunuz. Yazar, rahat, akıcı ve entelektüel bir dil kullanıyor, 

Katılmadığınız düşünceleri olsa bile satır aralarına gizlenmiş ve "lütfen bana karşı gereken saygıyı göster, çünkü ben sana çok saygı duydum, konuşma sırası bende" diyen havayı rahatlıkla hissediyorsunuz. Hatta bazen, "bana katılmıyor musun? çokta tın!" dediği hissine bile kapılabiliyorsunuz. Yazar, o kadar rahat ve olgun ki iğneyi önce kendine batırdığı gün gibi aşikar. Ve kitabın bu yanı sizi içine çekiyor. 

Kitap, kısa kısa dillendirilmiş düşüncelerden oluşuyor. Kapitalizm ahlakından, sünni geleneğe, kadın erkek ilişkisinden, hava alanlarındaki kafelere kadar yüzlerce konudaki fikirlerini paylaşıyor. Senelerin imbiğinden geçtiği her halinden belli olan düşünceler arasında gezinirken bir sürü duyguyu aynı anda yaşıyorsunuz; kaybolduğunuzu, esridiğinizi, küçüldüğünüzü, yok olduğunuzu, çok önemli ve çok önemsiz olduğunuzu, hiç gözlem yapmadığınızı ve aslında neye inandığınızı sorgulamanız gerektiğini fark ediyorsunuz. Kısacası insanı "düşünmeye çağıran" bir kitapla baş başasınız.  

Kitap, öyle okudum bitti diyebileceğiniz bir çalışma  değil. Sürekli görebileceğiniz bir yerde durması gereken ve döne döne okuyacağınız bir kitap. Bana göre kitabın "ilham veren" bir atmosferi var. Kışkırtan, rahatsız eden ve kaşıyan bir havası...

Kitapta o kadar çok şeyden bahsediliyor ki... Abarttığım sanılmasın ama liste şöyle;

Kuran'dan, Tevrattan ve İncilden
İbni Arabi'den, Mevlana'dan ve Gazali'den
Hayattan, yaşamdan ve ölümden
Eşari'den, Maturidi'den ve Mutezile'den
Mucizeden, kerametten ve hikmetten
Akılan, zekadan ve fikirden
Vahiyden, ilhamdan ve sezgiden
Tavuktan, yumurtadan ve kuluçkadan 
Zenginlikten, fakirlikten ve orta hallilikten
Ruhtan, bedenden ve cesetten
Karakterden, kişilikten ve tipten
Televizyondan, gazeteden ve internetten
Sigaradan, içkiden ve nargileden
İlkellikten, modernlikten ve küreselleşmekten
Ünlülerden, ünsüzlerden ve sessizlerden
Camiden, mescitten ve Kabe'den
Mekke'den, Medine'den ve Kudüs'ten
Dünyadan, ölümden ve ahiretten 
Doğudan, batıdan ve kuzeyden
Taoizm'den, Hinduizm'den ve Budizm'den
Felsefeden, psikolojiden ve antropolojiden
Resimden, heykelden ve müzikten
Soyunmaktan, giyinmekten ve örtünmekten
Çaydan, kahveden ve sütten
Ulus'tan, Kızılay'dan ve Keçiören'den
Kudretten, servetten ve şöhretten
Tarihten, sosyolojiden ve ekonomiden
Mezhepten, meşrepten ve tarikatten
Sünnilikten, Şiilikten ve mezhepçilikten
Tasavvuftan, tarikattan ve hakikatten
Gelenekten, şimdiden ve gelecekten
Ahlaktan, merhametten ve adaletten
Cemaatten, Boko-Haramdan ve Işid'den
Kadından, erkekten ve çocuktan
Fıkıhtan, kelamdan ve tecditten
Saçtan, sakaldan ve kıyafetten
Makyajdan, kadından ve trajediden
Akıldan, mantıktan ve sezgiden
Falcılarda, emlakçılardan ve rantçılardan
İmandan, şüpheden ve hurafeden
Namazdan, zekattan ve ibadetten
Özneden, yüklemden ve zarftan
Şehirden, kasabadan ve köyden
Konuşmaktan, susmaktan ve dinlemekten
İyilikten, kötülükten ve hamasetten
Şeytandan, melekten ve cennetten
Cennetten, cehennemden ve Adem'den
Aşktan, sevgiden ve seksten
Düşünmekten, üretmekten ve keşfetmekten
Okumaktan, yazmaktan ve konuşmaktan
İd'den, egodan ve süper egodan
Sabahtan, gündüzden ve geceden
İnançtan, imandan ve teslimiyetten
Radikalleşmeden, fanatikleşmekten ve dogmatikleşmekten
Kant'tan, Nietzsche'den ve Goethe'den
Sevaptan, günahtan ve kebaptan
Otobüsten, dolmuştan ve taksiden
Teknolojiden, moderniteden ve çöp evlerden
Caner Taslaman, Ömer Çelakıl ve Edip Yüksel'den
Müslüm Gündüz'den, Fetullah Gülen'den ve Cübbeli Ahmet'ten
Muhafazakarlardan, mücahitlerden ve müteahhitlerden
Apartmanlardan, sitelerden ve gökdelenlerden 
Rükudan, secdeden ve el öpmekten


Yazara katılmayacağınız pek çok konu olabilir. Bu noktada yazar, "düşüncemin yanlışlığı ispatlanırsa nedamet getirir, tövbe ederim" demeyi de ihmal etmiyor.  Kitapta 335 sayfa var ve her sayfada ortalama 4 başlık olduğunu var sayarsak toplamda 1300-1400 başlıktan bahsedebiliriz. Yazar, Kuran'i bir yöntem olarak tekrara sıkça başvurmuş. Öğrenmenin kalıcılığı açısından bence harika olmuş. Bu tekrarlardan en çok nasiplenenlerin başında tasavvuf geliyor. Yazar, tasavvufun pasifize eden, silikleştiren, romantikleştiren, mafyalaşmış, haz merkezli, çileci, şeytani, aşk gibi bir dengesizlikle malül, kötücül ve en yalın haliyle "yanlış" olduğunu sıklıkla belirtmiş Aynı şekilde; mezhepçilik, selefilik, Eşari algı, kadercilik, ve ehli sünnet gibi geleneğin omurgasını oluşturan kavram/düşüncelerde yazarın eleştirel bakışından nasiplerini almışlar. 

Mesela bir yerde şöyle denmiş: "Dinin kurucusunun oluşturduğu normlar, zamanla teologlar tarafından yorumlanarak cemaat, mezhep, tarikat olarak somutlaşır. Teologların ve mezhep, tarikat ve cemaat üyelerinin trajedisi, kendilerinin üst kimliği/öğretiyi en sahih şekilde yansıttıkları iddiasıdır." 

Bir başka bölümde ise şöyle bir fikir ifade edilmiş: "Din, kimilerine göre hac, ramazan/oruç/cuma/namaz/kandil ve bayramlar olarak 'mevsimlik'; sakal, cübbe, başörtüsü ve tesbih olarak 'görüntülü', kimilerine göre de ahlak, hukuk ve siyaset olarak 'dört mevsimlik' ve iman-salih amel olarak gizlidir."

Yazar, "yetimlerin ve mazlumların yüzünde 'Tanrı'nın izini' gördüğünü" söylüyor ve belki de bu nedenle kitabın en çok üzerinde durduğu bir diğer konuda "modernizm, sekülerleşme ve yan etkileri" oluyor. Bununla bağlantılı olarak da 'Müslümanım' diyenlerin üzerine düşenlerde sıkça hatırlatılıyor. Örneğin bir yerde: "Kapitalizmin, ritüelleri, marka giyinerek ve kullanarak dünyayı gezmek ve lüks mekanlarda yiyip içmektir. İslami açıdan hayatın içeriği olarak 'daimi denenme' ise salih/anlamlı/faydalı ameller olarak daima yapma/çalışma/ öğrenme-öğretme, zulmü engelleme, merhamet, adalet ve ibadettir."

Sıklıkla düşünmeyi, ahlaklı ve merhametli olmayı salık veren yazar, İslam dünyasının 1400 yıldır devam eden yolculuğunun  "tecdid" hamleleri yapılamadığı için "sınıfın tembel çocuğu" olmakla sonuçlandığını söylüyor. "Roger Garaudy, Cat Stevens ya da Tony Blair'in baldızının müslüman olduğunu söyleyerek içine düştüğümüz düşünce yoksulluğunu birazcık daha katlanılabilir hale getirmeye çalıştığımız eleştirisini de yapıyor.

Son tahlilde Yazar, kendi ifadesiyle "Allah'ın muradını anladığını" söylüyor. Vicdanından dökülen harfler, bu şekilde bir kitaba dönüşmüş. İyi de olmuş. Hoca'ya, bu güzel çalışması için ne kadar teşekkür etsek az. 

Bitirmeden kitapla ilgili bir öngörüde bulunmak istiyorum: Kitap çıkalı 3 ayı geçmiş, ancak "uyduruk bir dolu yazarın, uyduruk kitapları" kadar ilgi merkezi olmamış. Bu bizim kayıp hanemize işlensin. Ancak bu çalışma önümüzdeki dönemde çok ses getirecek. İlhami Güler hocayı "pek istemiyor gibi görünse de" TV'lerde sıkça görecek gibiyiz. 


Kitaptan Mutlaka Okunması/Düşünülmesi Gereken Bir Kaç Alıntı

"Kadın sünneti, peçe-çarşaf, imam nikahı, kader-kısmet, kafa kesme, terör, şiddet, mezhepçilik...vs. gibi ilkel uygulama ve inançların İslam dünyasındaki yaygınlığı, uzun süreden beri bu dünyada düşünce ve kritiğin olmadığının kanıtıdır." 

"Gökyüzü, bulut, yıldız, ufuk, manzara, park-bahçe, kuş sesi, yerleşke/şehir olmanın 'doğal' parçasıdır. Siteler, TOKİ'ler, gökdelenler, cam kuleler, insanın bu hakkını elinden aldı. Bu tip bir şehirleşmeyi öngörenler, 'İnşaat Ya Resulallah' diyenler, insanlık düşmanlarıdır."

"Bir toplumun değer, düzen, düşünce, yaratma kapasitesi, ölülerinin bazılarını gömme gücüyle doğru orantılıdır. Bütün ölülerini yaşatanlar, hatta diriltenler, onları gömemeyenler, zihinsel bağımsızlığa, geçmişlerinden kendi istediklerini tercih ve beğeni kapasitesini haiz olmadıkları için bu böyledir."

"Çin'in ekonomik yükselişi, Doğu hikmetinin özü (Konfüçyüs, Buda, Tao) olan insani olma ve olgunlaşmadan vazgeçip Batı'nın temel içgüdüsü olan 'sahip olma' ya (kapitalizme) geçişle oldu: Basit malzeme ve imitasyonla ucuz işgücü aracılığıyla yoğun üretim ve ticaret."

"Çaresizlik veya boş zamandan doğan can sıkıntısı, Doğu toplumlarında din-tesbih; Batı toplumlarında icat, keşif ve devrim; postmodern kapitalist toplumlarda ise alış-veriş, oyun-eğlence ve uyuşturucuyla geçiştirilmeye çalışılır. "

"İnsanın vücuduna dövme yaptırması, değersizlik duygusuyla bedenini bakış/seyir için tuvale/tabloya dönüştürmesidir."

"İstanbu'da küçük, güneşsiz, rutubetli, yamaçta yolu yokuş-daracık, bir avuç gök gören, beton duvarlarla çevrili, penceresi cam cama..., ev demeye bin şahit lazım bir 'boşluk/yer' için 1.200 TL aylık kira ödenmek zorunda ise bu şehirde -zengin olsun, yoksul olsun- 'yaşamanın' sözüm ona cazibesi, değeri, anlamı nereden geliyor? El cevap: 1-Zorunda kalmaktan (Frankeştayn). 2- Şeytanlıktan. İstanbul, tabiatın sevabı/güzelliği, insanlığın günahıdır."

"Sarık-sakal-cübbe, İslam'da 'ulema''nın kisvesi değildir; bid'at olarak Yahudilikte ve Hrsitiyanlıkta oluşturulan 'din adamlarının' muadili olan hoca, müftü, imam, şeyh ve şeyhülislamların görünmeyen 'takva elbisesi' (Araf-26) yerine, 'ye kürküm ye' misali kendilerine saygı oluşturmak için biçtikleri kisvedir."






4 Şubat 2016 Perşembe

Babalar Ucuz Sabun ve Bisküvi Kokarlar


"Babasız büyürsen, alemin bir merkezi ve sınırı olduğunu anlamaz, 
her şeyi yapabileceğini sanırsın.
Ama bir süre sonra ne yapacağını bilmez, 
dünyada bir mana, bir merkez bulmaya çalışır, 
sana "Hayır" diyecek birini aramaya başlarsın." 
(Enver)

Orhan Pamuk, Kafamda Bir Tuhaflık'tan çok kısa bir süre sonra Kırmızı Saçlı Kadın'la döndü. "Hem içten hem de masal tadında" bir roman olmuş. Çünkü kitabın bir omurgası var. Yani yola çıktığı bir yer ve gittiği bir yer var. Şehname ve Kral Oidipus gibi dünyanın ortak hafızasında yer etmiş iki efsaneden yola çıkılmış ve modern zamanların ilişkileri ile harmanlanarak ortaya masal tadında bir eser çıkartılmış. 

Roman, Freud'un ülkemizde en popüler olduğu yıllarda, yani bundan 10-15 sene önce yazılmış olsaydı eminim daha fazla ses getirir, psikologların ve psikiyatristlerin çokça ilgisini çekerdi. Çünkü içinde "babayı öldürmek" ifadesine yaslanan ve üzerinde çok kalem oynatılmış Oidipus Kompleksi gibi "kalın" bir konu var. Bu bile bu alanın ilgililerinin dikkatini çekerdi. Ne ki merhum Freud, epeydir modern psikolojinin iplemediği bir adama dönüşmüş durumda. Geçelim. 

Kitabın künyesinde sık rastlanmayan -belki de hiç rastlanmayan?- "Kapak Fikri" şeklinde bir bilgi var. Karşısında Orhan Pamuk yazıyor. Dante Gabriel Rosetti isimli bir İngiliz'in, eşini model olarak kullandığı bir resim. Romanda bu resmin neden kullanıldığı anlatılıyor. Kırmızı saçlı kadının ise bu resimdeki kadını "biraz" andırdığından bahsediliyor. Ne yalan söyleyeyim kitabı okurken kafamda canlanan kırmızı saçlı kadınla kapaktaki kadının ilgisi yoktu. Kapaktaki bu kadın tiyatral yetenekleri olabilecek, devrimci, hayalperest ve etkileyici bir kadından daha çok "az önce süt sağmaktan geldiği için biraz yorulmuş, şu ellerimi bir yıkayayım da istediğin pozu vereceğim. Yeter burnumdan getirdin ne resimmiş bu bitmedi gitti!" diye eşine çemkiren bir kadını andırıyor. Öngörüm şu ki kapak diğer baskılarda değişir. Daha "zarif", daha "naif" daha "kadınsı" bir kırmızı saçlı kadın bulunur.  

Kitap, dünyanın en önemli şeyinin kuyu, en önemli işininde kuyuculuk olduğunu düşünen kuyu ustası Mahmut ile eski marksist-ilgisiz bir babanın oğlu ve ergenliğinin en fırtınalı yıllarını yaşayan Cem Çelik arasında yaşananlarla başlıyor. İstanbul ve üzerine oturduğu toprak, saflığını kaybederken, çıplak gözle bakıldığında sayılabilecek yıldız sayısı azalırken, çadır tiyatroları hızla yok olurken ve en önemlisi kuyu ustaları yerlerini devasa sondaj makinelerine bırakırken gerçekleşen olaylar etkileyici ve akıcı bir üslupla anlatılıyor. Yazar, kuyuların İstanbul için önemini anlatırken eski Ermeni kuyucuları da hatırlayarak birilerinin damarına basmayı unutmuyor. Kuyu, kitabın sonuna kadar okuyucuya eşlik eden önemli metaforlardan biri. Hz. Yusuf'un hikayesi ile başlayan kuyu imgesi, derinliğin, yalnızlığın, saf düşüncenin, düşünerek aydınlanmanın, zihin koridorlarında ışığın izini aramanın karşılığı olarak yorumlanabilir. Zira bir kuyunun başında kararmaya başlayan hikaye, aynı kuyunun başında aydınlanıyor. 

Zihnindeki baba imgesi oldukça silik, rol model olarak da baba figürü fazlasıyla cılız bir çocuk olan Cem ise kitabın ana karakteri olarak, bütün akışı belirleyecek olayları bu kuyunun kazılması aşamasında yaşar. Halk arasında aşk denilen "dengesizlik halini" ilk defa yaşayan Cem, yeni tanıştığı bu duygunun kendisine neler yapacağını/yaptıracağını öğrenmek ister. "Deveyi yardan uçuran, bir tutam ottur." atasözü, bu noktada ergenin duygu dünyasını anlatan en güzel mecazdır. Çünkü aşk denilen bu halet-i ruhiyeyi yaşayan Cem, bundan sonra olacakların yaşamının bütün akışına yön vereceğini bilmemektedir. 

Bu noktadan sonra "kaderinden kaçamazsın" mottosu ekseninde devam eden roman, baba oğul ilişkileri hakkında derin denilebilecek çözümlemeler yapmaya başlar. Doğu'dan Rüstem ve Sührab efsanesi, Batı'dan ise Oidipus trajedisi kitabın ana ayaklarını oluşturur. Doğu ile Batı'nın baba-oğul ilişkisi üzerinden karşılaştırıldığı bu sayfalarda "yerel zenginliklerimizin kıymetini bilemediğimiz, ne adam gibi doğulu, ne de batılı olabildiğimiz, Avrupai bir hayatı bir şey sandığımız, bir zamanlar kardeş katli gibi bir devlet acımasızlığını bile meşrulaştırdığımız, şairleri asıp, darağacının dibinde ağladığımız" gibi somut eleştiriler yer alır. Romanın sonunda ise dizilerimizin bitmeyen repliklerinden birine şahit olursunuz "gerçeklerin er ya da geç ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır" 

Kafamda Bir Tuhaflık romanını okuduktan sonra Orhan Pamuk'un bu toprakların kodlarını çözdüğüne emin olmuştum. Kırmızı Saçlı Kadın'dan sonra aynı noktaya bir kez daha geldim. Yazar, Doğu'unun Doğu, Batı'nın da Batı olduğunu ama bizim gibi arada kalmış bir toplumun nereye ait olması gerektiğini bilmediğini söylüyor. Batıda oğulların babalarını, Doğuda ise babaların oğulları öldürdüğünü uzun uzun anlattıktan sonra bu coğrafyada ki baba oğul ilişkisinin ne doğulu, ne de batılı kalıplara oturmadığını anlatıyor. 

Elindeki tek araç çekiçse, her şeyi çivi gibi görmeye başlarsın sözü fehvasınca Orhan Pamuk'ta elindeki tek araç olan kalemini konuşturmuş. Silivri ceza evinde yatan gazetecilerden, Soma'da kaybettiğimiz işçilerimize, mücahitken müteahhitleşen muhafazakar inşaatçılara, değersizleşen İslam Sanatına, fitne-fesat konusunda uzmanlık düzeyinde eğitim verebilen saray dizilerine" kadar pek çok konuda eleştiri cümlelerini satır aralarında görebiliyorsunuz.   

Kitapta tasvirlere, betimlemelere, kişi ve mekanla ilgili uzun ayrıntılara pek yer verilmemiş. Böyle olsaydı kitap 195 değil, rahatlıkla 350 sayfa olurmuş. 

Son tahlilde, Kırmızı Saçlı Kadın kesinlikle okunması gereken bir kitap diyebilirim. İncelikle döşenmiş, iyi çalışılmış ve gerçekten "masal tadında" olmuş bir kitap. İyi okumalar...




2 Şubat 2016 Salı

Medyatik Meşhurlarla Sohbet

Medyatik meşhurlar (gazeteci, yazar, aktivist, yorumcu......) ile sohbet etme gafletinde bulunmak, "...dır, .....dır, .....dır...." tecavüzüne veya kuzu gibi bir dinleyici olmaya (mahkumiyete) katlanmak demektir. Arada bir, rüşvet-i kelam kabilinden, dinlenmeyen cümle etmeyi başarabilirseniz; bu esnada bay/bayan bilmiş, nefesini toplayıp çayından/kahvesinden bir yudum almış olur.
İlhami Güler- Vicdan Böyle Buyurdu 

1 Şubat 2016 Pazartesi

Belki de Renklerin Hiçbir Anlamı Yoktur

Murakami'nin kitaplarındaki erkek karakterlerin pek çok ortak yanı var. Neredeyse hepsi müzikten anlıyor, aralarında zaman zaman enstrüman çalabilen çıksa da bunun öyle dikkat çeken bir özellik olduğunu söyleyemeyiz. Bkz. Watanebe. Karakterlerin tamamının kitaplarla arası iyi. Yer gibi yutar gibi okuyanı da var, satır satır içine çekeni de. Kaderci bir bakışları var hayata. Başlarına gelen her şeye razı olan bir halleri. Çok mücadeleci bir Murakami karakteri bulmak zor. Kadere razı olan kişiliklerinden dolayı insanları bezdirecek, onlara eziyet edecek tipler değiller. Pek çok konuda vasat erkekler bunlar. İçlerinde iyi kavga eden, araba kullanmakta mahir olan ya da çok etkileyici başka özellikleri olanlar yok. (Belki Tengo'nun Matematikçiliği istisna olabilir. :)) Nedense hepsinin depresyona yatkın olduklarını görüyoruz. Yalnızlıktan hoşlanmaları belki de bu durumun yegane sebebidir. Sürekli kendi ile konuşan birinin insanların yaptığı dayanılmaz şeylerden dolayı dayanma kapasitesi, sürekli hayatın içinde olan başka birisine göre elbette daha zayıftır. Karakterlerin bir başka özelliği ise aile ilişkileri. Neredeyse hiçbirinin doğru düzgün bir ailesi yok. Uzaklarda bir yerde ailesi olanlar ise onlarla pek görüşmemeyi tercih ediyor. Buna karşın kişisel çevrelerinde de pek kimse yok. Son ortak yanları ise kızlarla kurdukları iletişimde asla zorlayıcı değiller. Karakterlerin ilişkilerini yönetenler, karar verenler ve ne olması gerektiğini söyleyenler hep kızlar. 

Kitabın adı Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları. Tsukuru, yukarıda anlatılan karakterlerden biri. Kitabın adında "hac" ifadesi geçiyor ama ortada yapılan bir ibadet falan yok. Hac sözcüğü bir Murakami klasiği olarak meşhur bir konçertodan esinlenildiği için orada duruyor. (le mal du pays-Liszt) Bu kitapta da ana karaktere eşlik eden ve kitap boyunca yanından hiç ayrılmayan bir müzikal arkadaş var. 

Kitap, 1Q84'ten sonra en sevdiğim ikinci kitabı oldu. Kitap 2013 model ve kaçınılmaz bir son olarak Murakami yaşlanıyor. Çünkü ilk defa bir kitabında ölüm, ölüm sonrası ve vicdani dürüstlük üzerinde bu kadar duruyor. Hz. Yunus ve Hz. Musa'ya yaptığı göndermeler farklı okumalar yaptığını da gösteriyor. Ölme ile ilgili geliştirdiği "ölüm jetonu" kurgusu gerçekten muazzam ve fantastik. Murakami'nin yakınlarına şöyle dediğini duyarsam hiç şaşırmayacağım: "Allah ömür verirse ölüm ve ölüm sonrası ile ilgili daha çok şey yazmak istiyorum."  Bu kitaptaki bir diğer yenilik ise facebook, twitter, google, mail gibi yeni nesil avadanlıkların Murakami'nin dünyasına girmiş olması. Karakterlerinin cep telefonu kullanımından bile rahatsızlık duyan bir yazarın diğer sanal dünya ıvır zıvırlarını bir anda kitaplarına alıvermesi ne ile açıklanabilir? Tabi ki bundan kaçış yok...:(

Tsukuru, geçmişinde bir noktaya takılıp kalmış klasik bir modern dünya insanı ve yarım kalan bir yürek dosyası nedeniyle kendisini de yarım hisseden bir adam. Varlığı reddedilmiş ve her an bir başkası tarafından reddedilme korkusu nedeniyle hareket edemeyen biri. Elle tutulacak kadar ağırlaşmış bir yalnızlıktan muzdarip. Yaşadıklarından dolayı adeta ruhunun çekilip alındığını düşünüyor. Etrafındaki herkes rengarenk ve karakteristik özellikleri var. Tsukuru ise vasat, sıradan ve her yerde bulunulabilecek bir tip. Tam bir "mekanik beyin". Böyle bir adamın yalnızlıktan kurtulmak, kendi rengini bulmak ve yüreğindeki boşluğu doldurmak için harekete geçişini okuyoruz. 

Kitabın verdiği net mesaj, "kendi içsel bütünlüğünü tamamlamadan bir başkasına ne verebilirsin?" sorusu etrafında dönüyor. Eğer geçmişinizde bir yerde "kurulmamış cümleleriniz" varsa daha fazla geç kalmayın. Metafizik borçlar bizi daha çok yoruyor. Kim bilir omuzlarınızdaki ağırlığın sebebi belki de kapağı açılmamış yüreğinizdir.  

  




Umut Tacirleri

Falcılar/kahinler, din adamları ve emlakçıların ortak özelliği rant ekonomisi ile geçinmeleridir. Emlakçılar, ev ve arsanın durduk yerde insanların o bölgenin gelecekte ilgi göreceği umudunu değere/paraya dönüştürürler. Falcılar/kahinler, insanların yakın gelecekteki umutlarını, beklentilerini, kaygılarını sömürürler. Din adamları ise insanların uzak geleceklerini, ölümden sonrasının ne olacağının bilgisini satarak geçimlerini kazanırlar.
İlhami Güler-Vicdan Böyle Buyurdu