4 Şubat 2016 Perşembe

Babalar Ucuz Sabun ve Bisküvi Kokarlar


"Babasız büyürsen, alemin bir merkezi ve sınırı olduğunu anlamaz, 
her şeyi yapabileceğini sanırsın.
Ama bir süre sonra ne yapacağını bilmez, 
dünyada bir mana, bir merkez bulmaya çalışır, 
sana "Hayır" diyecek birini aramaya başlarsın." 
(Enver)

Orhan Pamuk, Kafamda Bir Tuhaflık'tan çok kısa bir süre sonra Kırmızı Saçlı Kadın'la döndü. "Hem içten hem de masal tadında" bir roman olmuş. Çünkü kitabın bir omurgası var. Yani yola çıktığı bir yer ve gittiği bir yer var. Şehname ve Kral Oidipus gibi dünyanın ortak hafızasında yer etmiş iki efsaneden yola çıkılmış ve modern zamanların ilişkileri ile harmanlanarak ortaya masal tadında bir eser çıkartılmış. 

Roman, Freud'un ülkemizde en popüler olduğu yıllarda, yani bundan 10-15 sene önce yazılmış olsaydı eminim daha fazla ses getirir, psikologların ve psikiyatristlerin çokça ilgisini çekerdi. Çünkü içinde "babayı öldürmek" ifadesine yaslanan ve üzerinde çok kalem oynatılmış Oidipus Kompleksi gibi "kalın" bir konu var. Bu bile bu alanın ilgililerinin dikkatini çekerdi. Ne ki merhum Freud, epeydir modern psikolojinin iplemediği bir adama dönüşmüş durumda. Geçelim. 

Kitabın künyesinde sık rastlanmayan -belki de hiç rastlanmayan?- "Kapak Fikri" şeklinde bir bilgi var. Karşısında Orhan Pamuk yazıyor. Dante Gabriel Rosetti isimli bir İngiliz'in, eşini model olarak kullandığı bir resim. Romanda bu resmin neden kullanıldığı anlatılıyor. Kırmızı saçlı kadının ise bu resimdeki kadını "biraz" andırdığından bahsediliyor. Ne yalan söyleyeyim kitabı okurken kafamda canlanan kırmızı saçlı kadınla kapaktaki kadının ilgisi yoktu. Kapaktaki bu kadın tiyatral yetenekleri olabilecek, devrimci, hayalperest ve etkileyici bir kadından daha çok "az önce süt sağmaktan geldiği için biraz yorulmuş, şu ellerimi bir yıkayayım da istediğin pozu vereceğim. Yeter burnumdan getirdin ne resimmiş bu bitmedi gitti!" diye eşine çemkiren bir kadını andırıyor. Öngörüm şu ki kapak diğer baskılarda değişir. Daha "zarif", daha "naif" daha "kadınsı" bir kırmızı saçlı kadın bulunur.  

Kitap, dünyanın en önemli şeyinin kuyu, en önemli işininde kuyuculuk olduğunu düşünen kuyu ustası Mahmut ile eski marksist-ilgisiz bir babanın oğlu ve ergenliğinin en fırtınalı yıllarını yaşayan Cem Çelik arasında yaşananlarla başlıyor. İstanbul ve üzerine oturduğu toprak, saflığını kaybederken, çıplak gözle bakıldığında sayılabilecek yıldız sayısı azalırken, çadır tiyatroları hızla yok olurken ve en önemlisi kuyu ustaları yerlerini devasa sondaj makinelerine bırakırken gerçekleşen olaylar etkileyici ve akıcı bir üslupla anlatılıyor. Yazar, kuyuların İstanbul için önemini anlatırken eski Ermeni kuyucuları da hatırlayarak birilerinin damarına basmayı unutmuyor. Kuyu, kitabın sonuna kadar okuyucuya eşlik eden önemli metaforlardan biri. Hz. Yusuf'un hikayesi ile başlayan kuyu imgesi, derinliğin, yalnızlığın, saf düşüncenin, düşünerek aydınlanmanın, zihin koridorlarında ışığın izini aramanın karşılığı olarak yorumlanabilir. Zira bir kuyunun başında kararmaya başlayan hikaye, aynı kuyunun başında aydınlanıyor. 

Zihnindeki baba imgesi oldukça silik, rol model olarak da baba figürü fazlasıyla cılız bir çocuk olan Cem ise kitabın ana karakteri olarak, bütün akışı belirleyecek olayları bu kuyunun kazılması aşamasında yaşar. Halk arasında aşk denilen "dengesizlik halini" ilk defa yaşayan Cem, yeni tanıştığı bu duygunun kendisine neler yapacağını/yaptıracağını öğrenmek ister. "Deveyi yardan uçuran, bir tutam ottur." atasözü, bu noktada ergenin duygu dünyasını anlatan en güzel mecazdır. Çünkü aşk denilen bu halet-i ruhiyeyi yaşayan Cem, bundan sonra olacakların yaşamının bütün akışına yön vereceğini bilmemektedir. 

Bu noktadan sonra "kaderinden kaçamazsın" mottosu ekseninde devam eden roman, baba oğul ilişkileri hakkında derin denilebilecek çözümlemeler yapmaya başlar. Doğu'dan Rüstem ve Sührab efsanesi, Batı'dan ise Oidipus trajedisi kitabın ana ayaklarını oluşturur. Doğu ile Batı'nın baba-oğul ilişkisi üzerinden karşılaştırıldığı bu sayfalarda "yerel zenginliklerimizin kıymetini bilemediğimiz, ne adam gibi doğulu, ne de batılı olabildiğimiz, Avrupai bir hayatı bir şey sandığımız, bir zamanlar kardeş katli gibi bir devlet acımasızlığını bile meşrulaştırdığımız, şairleri asıp, darağacının dibinde ağladığımız" gibi somut eleştiriler yer alır. Romanın sonunda ise dizilerimizin bitmeyen repliklerinden birine şahit olursunuz "gerçeklerin er ya da geç ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır" 

Kafamda Bir Tuhaflık romanını okuduktan sonra Orhan Pamuk'un bu toprakların kodlarını çözdüğüne emin olmuştum. Kırmızı Saçlı Kadın'dan sonra aynı noktaya bir kez daha geldim. Yazar, Doğu'unun Doğu, Batı'nın da Batı olduğunu ama bizim gibi arada kalmış bir toplumun nereye ait olması gerektiğini bilmediğini söylüyor. Batıda oğulların babalarını, Doğuda ise babaların oğulları öldürdüğünü uzun uzun anlattıktan sonra bu coğrafyada ki baba oğul ilişkisinin ne doğulu, ne de batılı kalıplara oturmadığını anlatıyor. 

Elindeki tek araç çekiçse, her şeyi çivi gibi görmeye başlarsın sözü fehvasınca Orhan Pamuk'ta elindeki tek araç olan kalemini konuşturmuş. Silivri ceza evinde yatan gazetecilerden, Soma'da kaybettiğimiz işçilerimize, mücahitken müteahhitleşen muhafazakar inşaatçılara, değersizleşen İslam Sanatına, fitne-fesat konusunda uzmanlık düzeyinde eğitim verebilen saray dizilerine" kadar pek çok konuda eleştiri cümlelerini satır aralarında görebiliyorsunuz.   

Kitapta tasvirlere, betimlemelere, kişi ve mekanla ilgili uzun ayrıntılara pek yer verilmemiş. Böyle olsaydı kitap 195 değil, rahatlıkla 350 sayfa olurmuş. 

Son tahlilde, Kırmızı Saçlı Kadın kesinlikle okunması gereken bir kitap diyebilirim. İncelikle döşenmiş, iyi çalışılmış ve gerçekten "masal tadında" olmuş bir kitap. İyi okumalar...




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder