16 Şubat 2016 Salı

Kitab'ül Hiyel'den İki Mesele

İhsan Oktay Anar'ın bütün eserleri Kitab'ül Hiyel'le dün akşam itibariyle bitti. Birbirinden güzel 7 kitap. Kullanılan dil, olayların geçtiği dönem, mekan ve karakter tasvirleri, ilgili-ilgisiz yerlerde pat diye kitabın içine düşen karakterler, akıl sınırlarını aşmasına rağmen hiç bir mantık kuralını çiğnemediğine iman ediverdiğiniz hikayeler ve damak şaklatan bir kurgu...İhsan Oktay Anar, yazmaya devam etse iyi olur. 

Kitab'ül Hiyel esasen 20 yaşını aşmış bir kitap. Yazar kitabın sonuna 93 yılını not düşmüş. Baskı yılı muhtemelen daha geç. Ancak son dönemde yazdıklarından hiçte aşağı kalır bir yanı yok. Hatta Kitab'ül Hiyel'in daha özel bir çalışma olduğu bile söylenebilir. Çünkü kitabın omurgasını oluşturan mühendislik çalışmaları öyle her babayiğidin "hımm tamam anladım" diyebileceği işler değil. Kitabın içine çizilen makine eskizleri, öyle özenli çizilmiş ve anlatılmış ki mekanizmayı anlamak için ciddi ciddi incelemeniz gerekiyor. 

Kitapla ilgili yazılmadık şey kalmamış. O nedenle oturup bir kitap analizi yapmayı yersiz buluyorum. Ancak kitap boyunca dikkatimi çeken iki önemli nokta var. Birincisi, "soru" halinde yaşayan adam tipinin anlatıldığı bölümler. Diğeri ise Devlet-i Ali Osmani'nin çürümüş bürokrasisinin alelade bir vak'aymış gibi aktarıldığı bölümler.

İnsan beyni, oksijen ve glikozla çalışır derler ama eğer içinde bir soru yoksa korkarım doğru düzgün çalışamaz. Hele ki bu soru "doğru soru" değilse hiç çalışmaz. Kitapta hep soru halinde yaşayan adam derken kastettiğim buydu. Örneğin; Yafes Çelebi ve Calüd'ün gündelik yaşamın içindeyken fark ettikleri her ayrıntının yeni bir icat olarak karşımıza çıkması harikaydı. Ya da yaşadıkları her krizi zihinlerinde günlerce taşmaktan yüksünmemeleri gibi yalnızca deha geni taşıyan adamlara ait özellikleri onlarda görmek pek hoş bir duyguydu. Gözleri iki soru işareti olarak etrafı tarıyor, olup biten her olay, kurulan her cümle ilham kaynağı oluyordu. Söz gelimi, Yafes Çelebi'nin Rossini'nin Hırsız Saksağan eserini duyduktan sonra kendine bir geçim kaynağı bulması, ancak kafasında soru taşıyan bir adamın elde edebileceği bir buluştur. Aynı şekilde Galata kulesinden belindeki kuşak sayesinde döne döne düşen bir adamın durumuna bakıp deniz savaşlarında kullanılabilecek bir silah fikrinin parlaması da buna örnektir. Tabi olarak, alelade olaylarda bir mucize saklandığını fark etmek ancak böyle kafaların işidir. Kahramanlarının yaşadığı krizleri çoğu zaman hoş bir tesadüfle ya da parlak bir fikirle çözen İhsan Oktay Anar belki "deha geni" taşıyan bir kahramanının başından geçenleri anlattığı bir kitap yazar? Kim bilir. 

Dikkatimi çeken ikinci konu ise kokuşmuş bürokrasinin insana neler yaptığı ile ilgili. İnsanı devlet hakkında korkutan en net duygu: "Yolunda gidiyormuş gibi görünen bir işin her an sekteye uğrayacağı ihtimalidir." Devletle iş yapanlar bunu çok iyi bilir. Hangi memurun, kağıdın neresinde bir sorun bulacağını asla kestiremezsiniz. Kitap, Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerini anlatıyor ve sık sık değindiği konulardan biri de çürümüş devlet bürokrasisi. İcat ve buluşlarla devlet kapısını aşındıran ve bir umut ciddiye alınmayı bekleyen hiyelkarları canından bezdiren memur diktatörlüğü o kadar güzel anlatılmış ki, bu bölümlere bayıldım. Öyle bıktırıcı ve tiksindirici bir memur algısından bahsediliyor ki, ister istemez kahramanların haline acımaya başlıyorsunuz. Hatta devlet eliyle defalarca linç edilen Yafes Çelebi'nin durumu bir yerde şöyle anlatılıyor: "Kendisini muhtemel bir talihsizliğe hazırlamayı adet edinmiş olan Yafes Çelebi, her şeyin yolunda gideceğine kolay kolay inanmak istemiyordu." Bu bölümler bana 20-30-40 yıl öncesinin Türkiye'sini hatırlattı: Memur diktatörlüğü...

İhsan Oktay Anar, kalemiyle, tarzıyla, diliyle, kurgusuyla gerçekten önünde şapka çıkartılması gereken bir yazar. Ortaya koyduğu bu tarz, yarattığı bu bütünlük duygusu ve en önemlisi mesaj yüklü satırlarıyla uzun yıllar okunacak bir yazar.   






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder