23 Şubat 2016 Salı

Predestination...

"Nasıl gelmiştin buraya sahi?
Bilmem diye yalan söyledi Tayfun. O kadar çok dua ettim ki Allah kabul etti demek."

'Holywood senaryo sıkıntısı çekiyor' dedikleri günlerdi. Kim mi diyordu? Tabi ki 90'lı yılların sinema dergileri. O zamanlar henüz internet elimizin altında değildi. İnternet kafe denilen baz istasyonları ise henüz keşfedilmemişti. Hatta, memleketi aramak için en yakın telefon kulübesine kadar yürüyorduk ve eğer sokaktaysan sana kimse ulaşamıyordu. Çünkü cep telefonu denilen organımız henüz insan türünün vücuduna monte edilmemişti. Çok uzaklarda bir tarihten bahsettiğim hissine kapılmış olabilirsiniz. Ama değil. 1998'den bahsediyorum. Holywood'un konu bulamadığı yıllardan. 

Elde avuçta ne varsa filmi yapılmış ve geriye pek de bir şey kalmamıştı. Vampirler eskimiş, kovboy filmlerinin yüzüne bakan kalmamış ve henüz zombileri ciddiye alan kişioğlu sayısı bir elin parmaklarını geçmemişti. Velhasıl dünya sinemasının kalbi Holywood, film yapacak konu bulamıyordu. Ve kuvvetle muhtemel ki eli iş tutan bir Holywood senaristi Sezgin Kaymaz'ın "Geber Anne"sini okumamıştı. Okusaydı, çok hoş bir kurguyu film yapma bahtiyarlığına o zamandan erebilirdi.    

Geber Anne, 1998 model bir kitap. İletişim Yayınlarından çıkmış. Sezgin Kaymaz'ın ilk romanlarından. 

Kitap Ankara'da geçiyor. Hatta Keçiören'de. Bize çok yakın. Birkaç sokak aşağıda. Meteoroloji taraflarında. Henüz Fatih Köprüsünün yapılmadığı yıllarda. Eskilerin anlattığı 'bahçeli Keçiören evleri' zamanında. Yazara bu kadar yakınımızda geçen bir eser verdiği için teşekkür ediyorum. 

Az önce de söylediğim gibi kitap, Holywood filmlerine konu olacak kadar hoş ve heyecanlı bir kurguya sahip. Kitapta karakter sayısı çok az. Mevcut karakterlerin ise hepsinin üzerinde yeterince durulmamış. Kitabı taşıyan depresif çocuk Tayfun, ışıktan olma topraktan doğma Kerem, asil ve huysuz kadın Melek ve kısaca lüzumsuzlar diyebileceğimiz İhsan Beyit ve Hasan Çokar. 

Kitap, Tayfun'u merkeze koyarak, İsmailoğlu ailesinin utancını/dramını anlatıyor. Melek Hanım ve Kerem hep oradalar. Freudyen bir bakış kitabı okursa Tayfun ve Melek Hanım arasındaki ilişkide Oidipus Kompleksini temellendirecek çok malzeme bulabilir. Aynı şekilde, Kerem ile Tayfun arasındaki ilişkide de normallik sınırlarını zorlayan yakınlaşmalar rahatsızlık verebilir. Mevlana ile Şems arasında yaşanan ve kimilerini rahatsız eden iletişim biçimi burada sık sık karşımıza çıkabiliyor.

Hasan Çokar ve İhsan Beyit ise zaman zaman sahneye çıkmalarına rağmen kitabın en güçlü bölümlerine payanda oluyorlar. İki karakterde yurt müdürü. Bunların başlarına gelenleri okurken gözümün önüne üçüncü sınıf bir Türk filminin setinden fırlamış iki beceriksiz figüran geliyor. Ama kitabın hareket alanını o kadar genişletiyorlar ki yaptıkları işi görmezden gelmek haksızlık olur. Reenkarnasyona açtıkları kapı, ölüm ve ötesi ile ilgili çıkarımları ve mezarlıkta yaptıkları akıllara zarar tespitler kitabın önünü açıyor. Bu nedenle en çok onları sevdim. Bu iki adam, bizim çok iyi tanıdığımız müdürlerden. Cahil, zalim ve dindar. Onları hem sevecek hem de gıcık olacaksınız. 

Kitapta yoğun bir şekilde hissedilen mistik bir hava var. Bunda bölüm başlarında tercih edilen Mevlana sözlerinin ve zaman zaman üzerinden geçilen "aşk" temalı diyalogların çok etkisi var. Artık yeni nesil okura sıkıcı geleceğini düşündüğüm "ben sende kayboldum, aşkından eridim sen oldum" "ben ol da anla", "şarabı içen o, sarhoş olan sizsiniz" gibi tasavvufi içerikler sıkça kullanılıyor. Kitabın kurgusuna bütüncül bir gözle bakıldığında belki de kitabı yoran iki şeyden biri bu. Yani tasavvuftaki tuhaf aşk algısının satır aralarına serpiştirilmesi. Diğer yorucu unsur da Kerem'in nedenini bir türlü anlayamadığımız ama ısrarla güncellenen büyüleyici kişiliği, güzelliği, ışıklığı, etkileyiciliği...Yazar, Kerem karakterine çok yatırım yapıyor, ancak Kerem hep onu ilk tanıdığımız haliyle kalıyor. Keşke kitabın sonunda Tayfun kadar güçlenebilseydi. Şu haliyle kerameti kendinden menkul bir Kerem olarak kaldı. 


Kitapta ısrarla üzerinde durulan zamanın halleri ve evrendeki devir daim kavramları ise çok keyifli ve düşündürücü bir okumaya imkan tanıyor. Bu bölümlerdeki yorumlar çok defasında Hasan Çokar ve İhsan Beyit kalibresinde olsa da keyif aldığımı belirtmek isterim. Kitabın zamanı eğip büken yanlarına çokça değinildiğini düşündüğümden burada bitiriyorum. 

Son söz: Geber Anne! okunur...







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder