31 Aralık 2016 Cumartesi

Aileye ve Kadına ve Erkeğe Bir de Böyle Bakmak Lazım

Bazı meselelerin içinden çıkmak çok zor değildir ama konu uzadıkça uzar. Meselenin bazen cevabı bile yoktur ama tartışma hiç bitmez. Bu konularda tartışmak hem eğlencelidir hem de her dönemde yeni bakış açıları çıkar. Söz gelimi; Kadın erkek eşit midir? Trafikte cezaları artırsak sorun çözülür mü? Parayla saadet olur mu? Para mı önemli yoksa zeka mı? Eşitlik mi olmalı adalet mi? Çok gezen mi, çok okuyan mı?....................... Bu konular hakkında nice okumuş adam kafa kafaya vermiş amma senelerdir bir karara varamamıştır. Kısa-orta ve hatta uzun vade de bir karara varacak gibi görünmemektedirler. Bu nedenle lafı uzatmıyorum. Zira benim de senelerdir karara bağlanamamış bir şeyi şıppadanak çözeceğim falan yok. 😉 Konu, yeni bir bakışla mevcut kaosa mütevazi bir katkıda daha bulunmak. 

Meselemiz bir klasik olarak kadın erkek eşitliği meselesi. Bu minvalde de gideceğimiz yer, doğal olarak aile. Bu konuda öteden beri fikrim sabittir. Yazının hemen başında söyleyeyim. Kadın ve erkek bir elmanın iki yarısı gibidir. Nokta. Biri diğerinden üstün de değildir, biri diğerine eşit de değildir. Biri diğerinden bazen üstündür bazen değildir. Bir nokta daha. Kadının güçlü yanları vardır, erkeğin zayıf yanları vardır. Bir nokta daha. Feminizm gibi abukluklar bu nedenle benim zihin dünyamda kendine bir karşılık bulamaz. Kadına gaz verip verip onu kamyon şoförlüğü yapmaya motive eden ideolojik bakış bizim semtimize henüz uğramamıştır. Aha bir nokta daha. Geçelim 

Mustafa İslamoğlu'nun "Toplumu İnşa Eden Kuran Kavramları" kitabından bahsedeceğim. Kitapta pek çok başlık var ancak yalnızca "aile" konusuna bakışını paylaşmak istiyorum. Bakış açısının çok hoşuma gittiğini belirtmeliyim. Yazar, aile sözcüğünün etimolojisi ile başlıyor anlatmaya. Aile kelimesi destek ve dayanak anlamına gelen 'avl/ayl' köküne dayanıyor. Terazilerde bir kefenin yukarıda olmasına 'avl' deniyor. Çünkü aşağıda olan diğer kefe havada olana "dayalı" vaziyette duruyor. Yine çardak, gölgelik gibi işler yapılırken altlarına destek olacak, çatıya payandalık yapacak şeyler konur. Bu mantıktan dolayı gölgelik/çardak gibi şeylere de 'el ale' denir. Yine aynı mantıkla bakıldığında ise destek alınan kimseye 'el ıvel' deniyor. Yazar bu köken bilgisinden hareket ederek ortaya harika bir aile tanımı çıkarıyor: "Birbirinden destek alan, birbirine dayanan ve yaslanan, birini çekince diğeri ayakta kalamayan birden fazla unsur". Muhteşem değil mi? İnsan kendi gibi düşünen birileri ile konuşmaya bayılıyor. 😊😊😊

Aile kavramını en güzel anlatan geometrik şekil ise bu noktada kristalize oluyor. Yazar, aile geometrisinin birbirine paralel iki "düzlem" şeklinde olmadığını ve aslında bir "üçgen" gibi olduğunu söylüyor. Çünkü birbirine paralel giden iki düzlem yan yana olmak dışında bir şey yapmazlar. Bir noktada birbirine dayanmazlar. İki paralel birey olarak aynı evde yaşarlar. Birbirine dayanmadıkları sürece de aile olamazlar. Oysa üçgen şeklindeki bir yapılanmada durum böyle olmaz. Üçgeni oluşturan yapıda elemanlardan birini çektiğinizde yapı çöker. Zira üçgende her eleman birbirine dayanmıştır. Yazarın ifadesiyle "kafa kafaya vermişlerdir." Üçgende bir eleman diğerine "ben olmasam sen bir hiçsin"diyemez çünkü ikisi de birbirine destek ve dayanaktır. Biri diğerine "varlığını bana borçlusun" diyemez. Çünkü ikisi de diğerinden bağımsız hareket edemez. Eğer elemanlardan birine bir şey olursa yapının tamamı bundan etkilenir. 

Yazar, bu üçgen metaforuna yaslanarak bir manevra daha yapıyor ve kadın mı üstündür erkek mi üstündür? sorusunu "saçma" kategorisine koyup basıyor tekmeyi. 😋 Soruyu saçma buluyor, zira kadın ve erkeğin Kuranda 'zevc' şeklinde ifade edildiğini belirtiyor. Zevc sözcüğünün tanımını yaptığında ise az yukarıda yine zikrettiğimiz "tuhaf" soru tedavülden kalkmış oluyor. Zevc'in tanımı şöyle: Biri diğerinin yerini tutmayan ve birbirini bütünleyen iki unsurdan her biri. Yani kadın ve erkek gibi. Ya da bir çift ayakkabı gibi. Bu durumda o malum soru şu hale geliyor: sağ ayak mı soldan üstündür sol ayak mı sağdan? Buna verilebilecek ikna edici bir cevap bulmak zor görünüyor. 

Sağ ayak-sol ayak sorusu tabi beraberinde eşitlik tartışmasını da getiriyor. Eğer eşitse haydi sağ ayakkabıyı sola, solu da sağa giy diyenler çıkacaktır. Yazar bu noktada meselenin aslında bir kötü niyet olduğunun farkında olarak cevabı yapıştırıyor: "Sağı sola, solu sağa giymek hem ayağa hem de ayakkabıya zulümdür. Çünkü bunlar "eş"tirler." Bu noktada eşleri eşitleme çabası maalesef nafile çaba olacaktır. Tıpkı nazenin bir kadının içinden, sırf eşitlik olacak diye bir kamyon şoförü çıkarmaya çalışan feminist zırvalıklar gibi...

Durum bundan ibaret. 



   










29 Aralık 2016 Perşembe

İnsan Kendine Karşı Tam Anlamıyla Dürüst Olabilir mi?

Yeri gelince, şaşılacak denli açık yüreklilikle kendilerinden söz etmeye kalkıyorlar. Söz gelimi, "Ben aptallık derecesinde dürüst ve açık bir insanım"  ya da "Ben çok hassas biriyim ve dünyayla uzlaşamıyorum" veya "Ben karşımdakinin yüreğindekini anlamakta becerikli biriyim."  gibi şeyler çıkıyor ağızlarından. Ancak ben "hassas" insanların başkalarını incittiklerini defalarca gördüm. "Dürüst ve açık" insanların, istediklerini almak için işlerine geldiği gibi davrandıklarını gördüm. "Karşısındakinin yüreğindekileri anlamakta becerikli" olan kişilerin hiç de içten olmayan övgülere kolayca kandıklarını gördüm. Bu durumda bizler kendimiz hakkında gerçekte ne biliyor olabiliriz ki? 

Haruki Murakami
Sputnik Sevgilim 


24 Aralık 2016 Cumartesi

Beni Ödülle Cezalandırma, Bana Balık Tutmayı Öğret

"Gerçekten de endişe, psikosomatik bir çok hastalığın ortak yönünü teşkil eder. Ülser, kalp hastalıkları gibi...Kısacası endişe bizim çağımızın kara vebasıdır."

 Mustafa Merter-Dokuzyüz Katlı İnsan

Bundan 8-10 yıl kadar önce İngilizlere son 25 yılın en zararlı icadı nedir? diye sorduklarında 'cep telefonu' demişlerdi. Peki, en faydalı icadı nedir? sorusuna ise 'internet' cevabını vermişlerdi. Şu anda ceplerimizdeki akıllı telefonlarda hem internet hem de cep telefonu bir arada. 😃😊😊Ne demiş eskiler: Her şey zıddıyla kaim....Bu makineler sayesinde bilgiye ulaşmak çok kolay. Zor olan, yine aynı makineler vasıtasıyla o bilginin doğru olup olmadığına ulaşmak. Öyle ki bu makineler yüzünden binlerce yıldır öğrendiğimiz hemen her şeyi çöpe atıyoruz. İletişimin bu kadar kolay olması bilinen her şeye başka gözlerle bakmamızı sağlayacak kadar güçlü bir etkiye sahip. Söz gelimi yakınlarda "Dünya aslında düzdür" diyen bir grup türedi. Youtube'dan pek çok videolarına ulaşabilirsiniz. Esasen bu ekip yakınlarda ortaya çıkmadı. Neredeyse 60 yıldır dünyanın aslında düz olduğunu iddia ediyorlar ancak dünyanın diğer yarısı ile iletişim kurmak günümüzdeki kadar kolay olmadığı için biz onları hiç duymamıştık. Videoları izleyin ve 'şüphe' adındaki köpek balığı beyninize giriversin. Bahsettiğim konu "yumurta aslında çok sağlıklıymış panpa, doktorlar bizi kandırmış" gibi bir konu değil. Dünyanın düz olduğunu söylüyor adamlar. Yani inandığımız/bildiğimiz, 'bilimsel' deyip ipine sarıldığımız her satırın, yeniden yazılması gerektiği iddiasındalar. Bu bilgiyi dünyaya yaymak çok kolay artık. İnsanlarda soru işaretleri oluşturmak, sıradan insancıkların kafa konforunu bozmak artık çok kolay. Bu nedenle olsa gerek eskiden inandığımız pek çok şeye artık inanmıyoruz. Her şeyi biliyoruz çünkü. Ne diyordu Goethe: 'Bilmek, huzursuzluğu artırır.' Biz de endişe çağında yaşıyoruz ve huzursuzuz üstad. 😙😙😙  

Özgür Bolat bir kitap yazmış. Kitabın ismi Beni Ödülle Cezalandırma. Yukarıdakine benzer bir mantıkla yazılmış. Kitabın mottosu şu: Bildikleriniz değişecek!  Yazar aslında 'dünya düzdür' diyor. Onlarca yıldır çocuk eğitimi ile ilgili bildikleriniz yalandı. Bu saatten sonra bildiklerinizi çöpe atabilirsiniz diyor. 

Kitabı her eğitimci ve her anne baba okumalı. Çarpıcı bilgiler ve değerlendirmeler var. Bu arada hemen başında söyleyeyim: Kitapta yazılanlara şüphe ile bakmanızda hiç bir beis yok. Bundan 30 sene önce davranışçı kurama doğru diyen yine bilim adamlarıydı. Bak şimdi her şey değişti. 2046 yılında çocuk eğitimi konusunda "dayağın önemini" konuşmayacağımızdan kimse emin olmasın. 😉

Kitabın yaslandığı ve kulağa çok hoş gelen iddia şöyle: 'Bir şeyi ödül beklentisi veya ceza korkusu yerine tamamen kendi istediğin için yaparsan o davranış doğrudur.' Yazar, kitap boyunca bu bakış açısını destekleyen bilimsel çalışmalardan yararlanarak iddiasını güçlendiriyor. Çocuklara ödül vererek bir şey yaptırmanın yanlış, hatta zararlı olduğunu söylüyor. Yazar ödülü, sürekli hava kaçıran bir tekerleğe benzetiyor. Sürekli hava vermek gerekir diyor. Bu durumda tekerlek hep şişer ama hava vermeyi bıraktığınızda söner. Ödülle iş yapmaya alışmış bir çocuğun da bir süre sonra iç motivasyonunun kalmayacağını ve iş yapmaz hale geleceğini söylüyor. 

Kitap, ödülün hayatın hiç bir yerinde işe yaramadığı iddiasında. Ne iş yerinde, ne okulda ne evde...İş dünyasında bile ödülün işe yaramadığını hatta çalışana zarar verdiğini söylüyor. Bu konuda son 70 yılda yapılmış bir çok bilimsel çalışmayı da argümanlarını güçlendirmek için sık sık okurla paylaşıyor. 

Kitap, iç motivasyonun ve iç denetimin öneminden sıklıkla bahsediyor. Ülkemizde insanlarımıza öğretemediğimiz şeyin iç denetim olduğunu ve bu durumun toplumsal olarak bizi mutsuz ettiğini söylüyor. İnsanlarımızın çocukluk çağından itibaren anne-babalar, öğretmenler ve devlet gibi otorite figürleri kanalıyla sürekli denetlendiğini/kontrol altında tutulduğunu ve bu nedenle iç denetimlerinin gelişmediğini iddia ediyor. İç denetimi zayıf olan insanların öğretmen yokken kopya çektiğini, polis yokken ışıkta geçtiğini, patron yokken çalışmadığını söylüyor. Bu eksende bakıldığında ödülün çocuklara bir takım insani değerleri öğretirken bile sorun oluşturduğu ortaya çıkıyor. Zira dış motivasyonu önemseyen (onay beklentisi, otorite korkusu vb.) çocuklar, ödül yoksa harekete geçmiyorlar. Kitapta ödülün insanları nasıl ahlaksızlaştırdığını anlatan çarpıcı örneklerde var. Örneğin 1940'lı yıllarda Hindistan'da yaşanan "kobra krizi" tam evlere şenlik. O dönemde Hindistan İngilizlerin kontrolü altında ve ülke genelinde çok fazla yılan zehirlenmesi görülüyor. Bundan rahatsız olan İngilizler, bir ödül projesi başlatıyor. Proje kapsamında ölü kobra getirene bir miktar para veriliyor. Kısa sürede ülkede kobra sayısı azalıyor. Fakat sonra bir şey oluyor ve getirilen kobra sayısı birden artmaya başlıyor. Yetkililer araştırınca anlaşılıyor ki bazı girişimci Hintliler, kobra çiftlikleri kurmuşlar. Orada kobraları yetiştirip devlete satıyorlar. 😂😂😂...Buna benzer pek çok ilginç deney/olay kitapta var. 

Kitap, temelde ödül ve cezanın aynı şey olduğunu her ödülün cezayı, her cezanın da içerisinde ödülü barındırdığını belirtiyor. Her seferinde ödüllendirilen bir çocuğa daha sonra ödül verilmediğinde bu yeni durumun "acı" şeklinde algılandığını söylüyor. 

Uzun zamandır eski şarkıların neden daha çok sevildiğini sorar dururdum. Kendimce bu soruya "samimiyet" şeklinde bir cevap verirdim. Kitap, bu soruya da cevap veriyor. Bir çalışmada ressamların zevk için yaptıkları tabloların daha çok sevildiği anlaşılmış. Sipariş üzerine yaptıkları tabloların ise müşteri memnuniyeti gibi bir kontrol mekanizması olduğu için daha az sevildiği ortaya çıkmış. Eski şarkıların neden daha çok sevildiği sorusuna bu açıdan bakınca cevap kabak çiçeği gibi ortaya çıkıyor. Yeni nesil şarkıcılar "bu şarkı tutar mı?" diyerek şarkı yapıyorlar. Çünkü beğenilme ve onaylanma kaygıları çok yüksek. Başlarında dinleyici memnuniyeti gibi bir kontrol mekanizması var. Beğenilmeyi, çok tık almayı önemsiyorlar. Bu da samimi ve içten olmalarını engelliyor. Tuhaf bir şekilde, amatörce yapılmış kayıtlar, içtenlikle söylenmiş şarkılar daha çok beğeniliyor. Hiç bir beklentisi olmadan yaptığı şarkılarla ünlü olan bir sürü insan var. Sonradan işin içine ödül beklentisi girince sabun köpüğü oldukları ortaya çıkıyor...Samimiyetten uzaklaşıldıkça yapılan işler de kötüleşiyor. 

Yazar, okullarda kullanılan "not-puan-artı-eksi" gibi değerlendirme kriterlerinin de gereksiz olduğunu ve öğrencilerin iç motivasyonunu düşürdüğünü söylüyor. Haksız sayılmaz...Hatta bir yerde hedef belirlemenin de iç motivasyonu düşürdüğünü, çünkü hedef belirlemenin bir kontrol mekanizması olduğunu düşünüyor. Kişi, öğrenmek için değil hedefine ulaşmak için öğreniyor diyor. Bu manevrası ile de son 20 yıl içinde yazılmış ve hedef belirlemenin ne kadar önemli olduğunu anlatan pek çok kişisel gelişim kitabının ruhuna bir fatiha gönderiyor. 😋😋😋  

Son tahlilde kitap ödülün ne menem bir şey olduğunu, bize ve çocuklarımıza ne kadar zarar verdiğini anlatıyor. Hatta kitabı okurken öyle anlar oluyor ki "ödül olmasa dünya ne güzel bir yer olacak" demekten kendinizi alamıyorsunuz. Bu bağlamda kitapta eksik çok fazla şey olduğunu düşünüyorum. Zira senelerin "ödülünün" bu kadar zararlı ve kötü olacağını kabul edemiyorum. Maslow'un "Elinizdeki tek araç çekiçse her şeyi çivi gibi görmeye başlarsınız." sözünü buraya koymamız lazım. Zira kitapta bu çekiç-çivi ikilisini yoğun olarak görüyorsunuz. Kitabın durduğu yer "ödül hemen her durumda zararlı/kötü/gereksizdir." Bu mantıkla bakıldığında etrafınızdaki her şeyi çivi gibi görmeniz mümkün. Mesela ödev yapma konusunda ödülün zararından bahsetmeden önce "ödevin insan doğasına uygunluğu" tartışılabilir öyle değil mi? Ya da okula ödül verildiğinde giden bir çocuğa verilen ödülü konuşmak yerine "okulun çocuk doğasına uygunluğu" konuşulabilir. 8 yaşındaki bir çocuğun sabahın ilk ışıkları ile uyanıp akşamın alacasına kadar okulda durmasının da insan doğasına uygunluğu konuşulmalı. Sorular uzar da uzar...

Son 20 yılda bilginin hızına yetişmek imkansız hale geldi. Yüzlerce yıldır doğru zannettiğimiz pek çok şeyin "balon" olduğunu öğrenmenin/fark etmenin ne kadar 'acı' verdiğini artık yakinen biliyoruz. Bu acı çok somut, net bir acı. Doğru sandığın her şey yalan...30 yaşında birinin bunca yıl sonra evlatlık olduğunu öğrenmesi gibi bir şey. Tıp, psikoloji, coğrafya....hepsi her an patlayabilecek birer balon gibi görünmüyor mu? Beni Ödülle Cezalandırma kitabı da "şimdilik" farklı ve sıra dışı bir bakış açısı sunuyor. Kitabın kapağındaki balon ve hemen yanındaki iğne geçmişin hakikatlerini patlatma iddiasında. Bu güzel bir şey. Kötü olan ise bir süre sonra burada yazılanların tam tersi şeyleri iddia eden birinin çıkıp bugün öğrendiklerimizi patlatacak olması...Ama bilim böyle bir şey demeyin. Bünyem bu kadar değişimi kaldıramıyor artık.  

Rollo May, Kendini Arayan İnsan kitabında şöyle diyor: "Bu insancık her sabah aynı saatte kalkar, aynı trene biner, ofiste aynı işi yapar, aynı yerde öğle yemeği yer, hep aynı garsona bahşiş bırakır, aynı trenle geri döner, genelde iki ya da üç çocuk sahibidir, biraz bahçe işleriyle uğraşır, tatil olarak yılda iki haftasını hiç hoşlanmadığı yerlerde geçirir. Noelde ve paskalyada kiliseye gider ve 65 yaşında muhtemelen bastırılmış nefret duygularının neden olduğu bir kalp krizinden ölene dek aynı monoton hayatı sürdürür. Ben yine de bu insanın can sıkıntısından öldüğünü düşünüyorum." 

Rollo May'in eleştirdiği bu adam var ya, konforu bulmuş adamdır. Hepimizin özlediği/özleyeceği adam bu can sıkıntısından ölen adamdır. Bunu da yazıyorum bir kenara...😀😀😀😀 

28 Kasım 2016 Pazartesi

Kitap Hakkında Bir Atasözü Bulana.......

Atasözleri bir toplumun bilinçaltı demek. İd'iyle, egosuyla, süper egosuyla bir toplumun zihinsel kodlarının ortada olması demek. Atasözü demek bir toplumun en organik, en ilkel halleri demek. Atasözü demek en dolaysız iletişim demek. Bazen nalına mıhına bakmadan muhatabın belini kırmak demek. Bir dilin en zengin hallerine tanık olmak demek. Söz gelimi "İmam osurursa, cemaat sıçar." ifadesindeki zerafeti ancak bir atasözünde bulabilirsiniz. Kaba saba görünümlü ama mesajı gül yaprağı ağırlığında. Ya da "Eceli gelen fare, kedi taşağı kaşır" ifadesindeki tehdidin nazeninliğine bakınız. Bakın bir gelecek öngörüsü daha: "Baba erik yer, oğlunun dişi kamaşır." Muhteşem değil mi? Neyse konumuz atasözlerinin etkileyiciliği değil. 

Atasözü, bir toplumda işlerin nasıl yürüdüğünü, bir toplumun fertlerinin kafasının nasıl çalıştığını anlatan en güzel sözel mirastır. Alimin fikri neyse zikri de odur demiş atalarımız. İnsanların kafasında ne varsa sözcüklerinde de o olacaktır. Örneğin mal canın yongasıdır, ak akçe kara gün içindir, damlaya damlaya göl olur, ayağını yorganına göre uzat, sakla samanı gelir zamanı, parayı veren düdüğü çalar, altın anahtar her kapıyı açar............bu liste uzar da uzar. Bir çırpıda aklıma geliveren ve içeriği "mal, para, altın ve gümüş" olan atasözlerimizden bir kaçı böyle. Bu para sevici atasözlerinin tam karşısına dünyanın gelip geçici ve yalan olduğunu anlatan pek çok ata sözünü de koyabiliriz. Her ikisi de bu toprakların bilinçaltı. Kafamız neye çalışıyor buradan anlayabiliriz. ☺☺ 

Tuhaf olan şu ki, yaşamın her alanıyla ilgili yüzlerce kelam-ı kibar etmiş bir toplum "kitapla" ilgili tek satır laf etmemiş. Birine atacağı dayağın ne kadar süreceğini bile (eşek sudan gelinceye kadar) gayet nesnel kriterlere göre ifade eden atalarımız, kitap gibi bir konuyu es geçmiş olabilirler mi? Evet asıl konumuz bu, bilmem kaç yıllık Türk medeniyetinin "kitap" konulu bir atasözünün olmayışı. Hemen her konuda lakırdı eden atalarımız "kitap" konusuna gelince sınıfta mı kalmışlar? Dost acı söyler diyen siz değil miydiniz, bakın işte dostane söylüyorum: Kitap konulu bir atasözümüz neden yok yahu? Siz ki Freud gibi bir adam "esprilerimiz masum değildir. bir takım bilinçdışı problemlerimizi şakalar yoluyla ifade ederiz" demeden yüzlerce yıl önce "insan, gönlünün artığını söyler" deyip Freud'u tokatlamış adamlarsınız. Şimdi çıkmış bana konusu kitap olan bir atasözümüz yok diyorsunuz ve ben bunu kabul etmekte çok zorlanıyorum. Çünkü resmi kaynaklara göre "eşek hayvanının bile sosyal yaşamımızdaki yerini anlatan yirmi küsur tane atasözümüz var. "Eşeği düğüne çağırmışlar ya su lazımdır, ya odun demiş." , "El elin eşeğini yırlaya yırlaya, kendi eşeğini terleye terleye arar." Eşek konulu bunca atasözünün tek bir anlamı olabilir. Eşek, sosyal yaşamda önemli bir hayvan. Önemli bir anlatım aracı.    
Durum bundan ibarettir efendiler! Bugüne kadar sağa sola çok baktım. Kitap konulu bir atasözü bulur muyum dedim ancak nafile çaba. Hiç bir şey bulamadım. Az evvel son bir gayret edip bu konuda ülkemizdeki tek söz sahibi kurumun internet sitesine bakıverdim. Türk Dil Kurumu bile bu konuda "aradığınız ata sözüne şu anda ulaşılamıyor, lütfen daha sonra tekrar deneyiniz" mesajı verdi. Bulamadık nitekim. Kitap konulu atasözü bulan-bilen varsa insaniyet namına paylaşsın. Sevabı çok büyüktür biline... 

TDK'nın sitesinde kitap konulu bir atasözü bulamadım ama sonuçlarda çıkan deyimlere bir göz attım. İçinde kitap sözcüğünü kullandığımız 11 tane deyim olduğunu görünce ne yalan söyleyeyim çok sevindim. Ta ki deyimlerin neyden  bahsettiğini okuyuncaya kadar. 11 deyimin tamı tamına 10 tanesi yine paradan, puldan, hileden, hurdadan ve yaşam karşısındaki duruştan falan bahsediyor. Yalnızca bir tanesi (kitaplar devirmek) okumaktan bahsediyor. Sevinmeli miyim bilemedim.    

(bir şeyi) kitaba (kitabına) uydurmak
 yasal olmayan bir işi hile, düzen vb. ile kanuna uygun gibi göstermek: “Müfettiş Bey güldü ama babacan gülüşü değildi bu; tam tersine, işini kitaba uydurmuşların güveni vardı onda.” -T. Buğra.
Deyim
§  hesaba kitaba gelmemek
 sınırsız olmak.
Deyim
§  hesabını kitabını bilmek
 tutumlu olmak: “Ayşe hesabını kitabını bilir, tutumlu bir ev kadınıydı.” -Halikarnas Balıkçısı.
Deyim
§  hesap etmek, kitap etmek
 bütün ayrıntılarıyla düşünmek.
Deyim
§  hesap kitap yapmak (etmek)
 ayrıntılarıyla hesap edip düşünmek: “Yıllardır ilk defa hesap kitap yapmadan etrafına para saçıyordu.” -E. Şafak.
Deyim
§  hesaplamak kitaplamak
 hesap kitap yapmak: Hesapladım kitapladım, işin içinden bir türlü çıkamadım.
Deyim
§  kitaba el basmak
 kutsal kitap üzerine elini koyarak ant içmek.
Deyim
§  kitabı kapamak
 herhangi bir konu ile ilgiyi kesmek.
Deyim
§  kitabında yer almamak
 aklına ve mantığına aykırı düşmek.
Deyim
§  kitap (kitaplar) devirmek (devretmek)
 bir veya birden çok kitabı başından sonuna kadar okuyup bitirmek: “... zengin bir tasvir ve izah yapabilmek için evde kitaplar devirdi.” -M. Ş. Esendal.
Deyim
§  kitapta yeri olmak
 din veya yasa kitaplarında bulunmak, konusu geçmek.
Deyim
  

27 Kasım 2016 Pazar

Lennon'la Karakoç Arasında Bir Yerde...

Bir Polonya sineması. 11 Minut. Acayip bir film. İncelikle işlenmiş. Yönetmen Jerzy Skolimowski. 78 yaşında bir pir-i fani. Ahir ömründe zerafet dolu bir film yapmış. Zerafet dolu diyorum, zira bu inceliği yakalamanın yegane şartı, ununu elemiş eleğini asmış olmak.  

Son dönemin popüler/politik/konjonktürel/Doğulu ve edebi şiirinde ne diyordu Karakoç üstadımız? "Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır." Ya da John Lennon gibi daha seküler/batılı/pragmatist/ ve müzikal  haliyle söyleyelim: "Hayat, siz plan yaparken başınıza gelenlerdir."  

Film tam da bundan bahsediyor. Bir yerlerde bir şeyler yaşıyor olabilirsin, bir takım planlar peşinde koşuyor olabilirsin, kavga ediyor, yalan söylüyor, eşini kıskanıyor, uyuşturucu taşıyor, cam siliyor, ambulans kullanıyor veya sosisli sandviç sattığın arabanı bir motosikletin arkasına bağlamaya çalışıyor olabilirsin. Sen bütün bunları yalın ve insani bir akışla yapıyorken, senin için yapılan ilahi plan aklının ucundan bile geçmiyor olmayabilir. Çünkü büyük adamlardan birinin dediği gibi "insan, insandır." Basit, sıradan, güçsüz, bencil, aceleci, unutkan, hırslı, açgözlü ve yalanlarıyla 'insan, yalnızca insandır.' Sen de basitsin, sen de insansın. Çünkü ne yaparsan yap bu dünyadan sağ çıkamayacaksın. Hangi planın peşinde koşuyorsan koş sen de öleceksin. Film, kör gözüm parmağına der gibi bunu anlatıyor. Birbirini hiç tanımayan bir sürü insanın 11 dakika süresince, önce birbirinin hayatlarına usulca dokunması sonra da ortak bir sona uzanması...

Film Varşova'da geçiyor. Metropolde yaşayan ve birbirinin hayatında hiç bir dahli olmayan insanların başından geçenler anlatılıyor. Sen tek başına yaşamın için planlar yaptığını zannederken gökten uzanan bir el, seni bir başkasının kaderinin içine itiveriyor. Filmin afişinde olduğu gibi. Yan yana ama bağımsız, tek başına ama bir diğerine hep muhtaç. 11 gibi. 1111 gibi...Bir araya geldiğinde anlamı büyüyen mesajlar bunlar.

Birimiz birimize her an tutunmak isteyebiliriz. Birbirimize hep ihtiyacımız olabilir, dünyanın neresinde ne yaşıyorsak yaşayalım bir başkasına hep muhtaç değil miyiz? Belki sadece birlikte ölmemiz gerekebilir ama ne olursa olsun birbirimize ihtiyacımız var. Dünya, sadece heyecanlarımızı/hüzünlerimizi paylaşacak birileri olduğunda anlam kazanmıyor mu? Belki yalnız ölmek yerine, birlikte ölürsek.................Ne demiş eskiler? Elle gelen düğün bayram. Madem beraber yaşamayı beceremiyoruz en azından beraber ölelim. Filmin mesajlarından biri de bence bu. Zaten yönetmen de 11 Eylül'den sonra ortaya çıkan "mutsuz ve dağınık toplumsal atmosferden" muzdaripmiş. Dedim ya yönetmen ahir ömründe...😅 



Son tahlilde 11 Minut, kendini ağır ağır açan ekosistemi ve ağır ağır artan gerilimi ile bir pazar öğleden sonrası için keyifli bir film. Öyle çok çarpıcı diyaloglar falan yok. Yakalayabilirseniz bir kaç yerde hoş ironiler var. Güçlenen bir karakter, altı çizili bir duygu vs. yok (biraz kıskançlık kimseyi ıslatmaz😆). Filmde bir ileri bir geri gitmeniz gerekecek ama bunu yönetmen yapmıyor, biyolojik saatinizin konforu için bunu izleyicinin yapması gerekecek. Dikkat edelim. İyi seyirler. 






   





22 Kasım 2016 Salı

Siz de Esen Kalın Tüm Nefret Edilenler !

Hayatımda ilk kez "mutlak bir nefret" duygusuyla tanışıyorum. Kırkıncı yaşıma selam çakarken bunca eski bir duyguyla bu kadar geç tanışıyor olmam bana da garip geliyor. Hafızamı çok zorlamama rağmen bilinen tarihimdeki hiç kimseden bu kadar nefret ettiğimi hatırlayamadım. Belki de kimseyi nefret edecek kadar sevmemiş olmamdandır. Ya da sevdiğim birinden ilk kez nefret ediyorumdur?  Çünkü anladığım kadarıyla nefret, sevginin içinden çıkıp gelen bir duygu? İnsan, içinde taşıdığı sevgi ile çatışmaya başlıyor. Sevmediğin bir şeyden nefret edemezsin. Nefret edebilmen için önce tanıman gerek. Bu sebepten olsa gerek, insanlar en çok aşklarından ve dostlarından nefret ediyorlar. Birilerinin bize bu nefret durumuna ulaşmamız için mutlaka yardım etmesi gerekiyor. Yoksa durup dururken olan bir şey değil. İnsanlar "nefret ediyorum" dedikleri şeyi aslında tanımıyorlar bile. Tanımadan nefret ettiğimizi söylediğimiz o şeylerle ilgili en net tespit "iyi şeyler hissetmiyorum" olabilir...

Nefret edebilmek sağlıklı bir tepki gibi görünüyor. Ne diyordu Freud? "Medeniyetin kurucusu ilk defa mızrak yerine küfür etmeyi tercih eden insandır." Nefret etmek galiba duygusal bir mızrak şeklinde anlaşılmalı. Zira nefret, mızrak gibi insanın en yalın ve ilkel duygularından biri. Belki de nefret etmesek "duygusal bir harakiri" ile yüz yüze geleceğiz. Nefret, o havalı ifadeyle "psikolojik metabolizmamızın homeostasisini" sağlıyor. İyi ki nefret var diyelim o halde........ Aksi durumda bir Kafka kahramanı olan K'nın durumuna düşmemek işten değil. K gibi ortada kalmak, K gibi safderun olmak, K gibi 'nedeeeen' diye bağırırken aslında kendi uydurduğumuz bir kurgunun içinde debelenip durduğumuzu anlamak. K, iyi bir adamdı. K iyiydi ve hareket ediyordu. Hakkını arıyordu. Ben daha çok safdil bir Murakami karakteri gibiyim. İçki, sigara, balık, müzik....Endişeye mahal yok. İşler sarpa sardığında nasılsa birazdan Murakami ortaya çıkar ve bütün romanı mutlu bir sona ulaştırır. Murakami karakterlerindeki kafa konforu üzerine bir ara yazmak lazım aslında :) 

Modern insanın içsel bütünlüğünü sağlamasının bilinen en ilkel yollarından biri de nefret etmek işte. Nefret, zaman içinde kristalize olan bir durum. Okunaklı hale gelmesi zaman alıyor. Yaşanan olaylar zihinde tekrar tekrar canlandırılıyor ve nefret süzüle süzüle nesnel bir gerçeklik kazanıyor. Bence iyileşme bu noktadan sonra başlıyor. Yani nefret görünür hale geldiğinde. Kristalize olan nefret, bir süre o durumda kaldıktan sonra; insan aklı, zaman, yeni yaşantılar, yeni insanlar, ve nefreti ortaya çıkartan yaşantıların önemsizleşmesi gibi nedenlerle yok oluyor. Yok olmasa bile bir gölgeye dönüşüyor. Bir zaman sonra kişi neyden, neden, kimden nefret ettiğini bile unutuyor. Bu, nefretin doğal akışı....

Oysa temelde nefret, insana yük oluyor. Omuzlarını ağrıtıyor. Bunu bilen insan ya affederek ya da unutarak nefretin olumsuz etkilerinden kurtulabiliyor. Bundan sonraki aşama "nefret edecek kadar sevmemek" oluyor. Ya da bir ayet dursun başucumuzda: "Kötülüğün cezası, yine onun gibi bir kötülüktür. Kim affeder, kim barışırsa onun mükafatı Allah'a aittir. Esen kalın...  




3 Mart 2016 Perşembe

'Plastik Hayatlar' Üzerine Bir Farkındalık Denemesi

'Albümü alırsa çok sevdiği Sepultra'nın yepyeni şarkılarını dinleyecekti. Tişörtü alırsa herkes onun Sepultra şarkılarını dinlemeyi sevdiğini bilecekti. Uzun uzun düşündü ve tişörtü aldı.' 

Hakan Bıçakçı'nın yeni karakteri Doğa böyle bir tip. Söz gelimi rahat bir eşofman giyip sinemaya gidiyor ama derdi rahat olmak değil, sadece rahat görünmek. Evi ile iş yeri arasındaki mesafe yürüyerek 10 dakika sürüyor ama o oturduğu akıllı sitenin otoparkından cipine atlayıp  trafiğin içine dalıyor. 10 dakika sonra da iş yerine varmış oluyor.

Doğa;
  • Bir şeyi ihtiyacı olduğu için değil yalnızca sahip olmak istediği için satın alan biri.
  • Afrika'daki bir kabileyi doyuracak kadar yemek sipariş edip hepsini bitiremeyen biri
  • Hayatında yalnızca iki şeyin büyümesini çok önemseyen biri. Biri çalıştığı şirket, diğeri ise göğüsleri...
  • AVM'ye girince mutlu olan, markaların görkemli reklam tabelalarından uzaklaştıkça gerilimi artan biri. 
  • Facebook sayfasındaki beğeni sayısına göre 'yaşamına yön veren' biri.
  • Gülümserse kırışıklıklarının artacağını söyleyen doktoru ciddiye alan biri.
  • İçerik ile görüntü arasındaki farkı asla anlayamayacak biri
  • Yenilenen her yılda, yani 31 Aralık'ı 1 Ocak'a bağlayan her gecede 'yeni biri' olacağını düşünecek kadar saf biri.
  • Ölen birinin yukarıda bir yerlerden bize bakıp gülümsediğini zanneden biri.
  • Dünyanın bir yarısının savaşın gaddar yüzü ile boğuşurken ki halini TV'de izledikten sonra aynadaki görüntüsüne bakıp 'ay çok kilo almışım' diye dehşete düşen biri... Doğa gibi olmayın. 
Hakan Bıçakçı, son romanı 'Doğa Tarihi'nde' böyle bir tipten bahsediyor. Son derece gerçek, tanıdık ve normal kabul edilen birinden. Yazar, yaşadığımız şehir hayatının yüksek kalitede plastikten yapıldığını fark etmemizi istiyor. Ciplerinizden inin, AVM'lerden çıkın, akıllı telefonları fırlatıp atın, sevgililer günü-doğum günü gibi sosyal tuhaflıkları ıstıraba çevirmeyin, müzik yerine havalı ses sisteminin uğultusunu dinlemeyin, akıllı ama ıssız sitelerinizden çıkın, otu boku facebook sayfanızda paylaşıp egonuzu şişirecek işlerin peşinde koşmayın, küçük olumsuzluklardan büyük felaketler devşirmeyin, taksi durağına İngilizce isim verip takside Ankaralı Turgut dinleme abukluğuna düşmeyin, bir cenaze evinde ikram edilen helvanın kalorisini düşünmeyin, yeyin diyor. 


Doğa karakterine bayıldığımı belirtmeliyim. Kitabın Milli Eğitim Bakanlığına bağlı tüm okullarda zorunlu okuma listesine eklenmesini öneriyorum. Her ergen, er ya da geç içine düşeceği bu gayya kuyusu ile okul sıralarındayken tanıştırılmalı ve toplum sağlığımız için bir an önce önlemler alınmalıdır. Çünkü etrafımızda Doğa'ya benzeyen insan sayısı her geçen gün tehlikeli bir hızda artmaktadır. 

Çocuğunun okuma bayramına gidip, bir daha asla yaşayamayacağı bir güzelliği dünya gözüyle izlemek yerine akıllı telefonunun kamerasına kaydeden adam tipi sizce de rahatsız edici değil mi? Ya da Facebook profilinde 1400 arkadaşı olan bir ergenin başını omzuna yaslayıp ağlayacağı gerçek bir dostunun olmayışı normal mi? Birlikte çekirdek çitleyip havadan sudan, alacaktan verecekten konuştuğu bir dostu olmayan ama sosyal ağlarda 'fenomen' olan bir tipi kim takar? 

Hakan Bıçakçı; İnsan gibi kokma özgürlüğümüz bile kozmetik sektörünce işgal edilmişken, gerçekten olduğumuz kişiyi saklamamızı başaran korseler, lensler ve bilimum aparatlar bunca satılırken, uyduruk ve dandik bir dolu dizi karakteri gerçeklik algımızla oynarken, köşe başlarını tutmuş akıllı site satıcıları içinde büyüdüğümüz evin nasılda saçma bir yer olduğuna bizi ikna etmeye çalışırken ve sosyal medya namlı tetikçi mahremiyetin sınırlarını zorlarken 'yalın bir insan' olarak kalmaya çalışmamızı telkin ediyor.  

Hakan Bıçakçı'nın kitabı teknik yanları ile pek çok eleştiriyi hak ediyor olabilir. Ne gam? Bana kalırsa bu kitap 'teknik' bir gözle değil, 'hassas' bir gözle okunmayı hak ediyor. Çünkü suyun derinliğini iki ayağımızla ölçmeye devam edersek -ki bunu yalnızca aptallar yapar- başımıza daha kötü şeylerin geleceği gün gibi aşikar.   





28 Şubat 2016 Pazar

50 Altın Verin 50 Sopa Vurun

Batı'nın yarattığı karakterleri oldum olası sevmem. Süperman, Batman, Zagor, Şirinler, Red-Kit, hele ki Mickey Mouse ve avanesi...Son dönemde ise her yola gelen bir karakter olarak Barbie'den tırsıyorum. "Barbie yalnızca bir bebek" diye ünleyenleri duyar gibiyim. Evet o bir bebek. Aslında bebek görünümlü bir el bombası. Barbie üzerinden meşrulaştırılan pek çok rahatsız edici davranış var. Temelde bu kız, dişiliği yüzünden kişiliği görünmeyen bir tip. Kılığı, kıyafeti, narsist beden dili, gezdiği dolaştığı yerler, erkeklerle kurduğu iletişim biçimi ile bizim irfanımızdan fersah fersah uzak biri. Amerika'nın 'sweet sixteen' programında oluşturmaya çalıştığı kız tipine cuk oturuyor. Bencil, empati yoksunu ve pragmatist. 'Benden sonra tufan ne gam' diyen biri bizim topraklarımızda ancak linç edilir. Lafı uzatmaya gerek yok aslında. 'Bu Tarz Benim' formatlı eğlencelere katılan yarışmacı tipi  hoşunuza gidiyorsa eğer, Barbie 'sizin için' normaldir diyebiliriz. 

Bir an kendimi Sunay Akın gibi hissettim. Kuru fasulyenin faydalarından bahsedecekken Avrupa Birliği ülkelerinin havacılığa verdiği önemden konuşmaya başladık. Sunay Akın'ın Hayal Kahramanlarından bahsedecekken Barbie'nin vahim durumuna getirdik meseleyi. Bu arada unutmadan söyleyeyim Barbie denen -artık kız mı kadın mı ona siz karar verin- oyuncak 2016 yılı itibariyle tam 57 yaşında. Torun torbaya karışacak yaşa geldi ama maşallah tek bir çiziği, kırışığı bile yok. Geçelim.

Hayal Kahramanları, Sunay Akın'ın son kitabı. İçinde çocukluğumuzdan hatırladığımız çizgi 'Eller' isimli tablosundan yola çıkıp Abidin Dino'nun Anıtkabir inşaatındaki eline uzanıveriyorsunuz. Yazarın bu tarzı, iğne deliğinden deve geçiren adamın başına gelen vahim olayı hatırlatıyor. Padişahın huzurunda böylesi bir işi başaran adam, deve iğne deliğinden geçtikten sonra beklenti dolu gözlerle padişaha bakar. Padişah, 'bu kuluma 50 altın verin. 50'de sopa vurun' diye emir buyurur. Tabi herkes şaşkın. Vezirlerden biri dayanamaz sorar: 'Padişahım, bu kararınızın sebebi ne ola ki?' Padişah şöyle der: '50 altını böylesi zor ve hatta imkansız bir işi başardığı için verin diyorum. 50 sopayı ise hiç bir şeye yaramayacak bu işlerle vaktini harcadığı için.'
film/roman ve sinema karakterleri var. Kitap, Sunay Akın'ın artık klasikleşmiş anlatım tarzıyla hafif ve keyifli bir okuma imkanı veriyor. Her zaman ki gibi ilginç bir yerden konuya giriyor ve çok ilgisiz bir yerden konuyu kapatıyorsunuz. Söz gelimi ünlü ressam Albrecht Dürer'in

Sunay Akın sokaktaki adamın 'malumatfuruş' diye niteleyeceği bir yazar. Yani hakkında '50 sopa vurun' kararının çıkması kesin gibi. Ayrıntıyı ve ince işçiliği sevenler için ise tadından yenmeyecek bir tarza sahip. 50 altını verin. 

Sinema tarihi, görsel sanatlar, havacılık, ara ara siyasi iradeye yapılan eleştiriler, kutsanan cumhuriyet dönemi çalışmaları, toplumun genelini hiç ilgilendirmeyen konularda çok şaşırtıcı bilgiler, tuhaf ve bilinmeyen tanışıklıklar ve çizgi film karakterleri ilginizi çekiyorsa kitap tam size göre.

Kitabın bende açtığı pencere ise sanat eserlerinin kıymeti konusunda oldu. Monalisa'nın 1911 yılında çalınıncaya dek önemsenen bir tablo olmadığını öğrendim. Şimdilerde kör gözüm parmağına der gibi muhteşemliği, mucizeliği ve sakladığı deha gözümüze sokulan bu resmin, yapılışından 400 yıl sonra fark edilmesi size de tuhaf gelmiyor mu? 400 sene boyunca kimsenin iplemediği bir resim, çalındığı andan itibaren kör ölür badem gözlü olur mesabesine yükseltiliyor. Öyle ki çalınıncaya kadar ulu orta sergilenen tablo, sonraki dönemlerde yapılan saldırılar nedeniyle şu anda 'kurşun geçirmez' camın içinde sergileniyormuş. Güler misin ağlar mısın?   

Van Gogh'un ölüm tarihi ile günümüz arasındaki mesafe açıldıkça eserlerinin kıymetlendiğini okumuştum. Van Gogh şimdilerde 'deha' tanımının içine alınan adamlardan biri. Hayattayken 8-10 şiline alıcı bulmayan eserler, öldükten sonra 15-20, bir kaç yıl sonra 50-100 şiline alıcı bulur. Günümüzde ise Van Gogh dedin mi akan sular durur. Böyük sanatçı vesselam. 

Galiba kapitalist dünya; elinin tuttuğu, gözünün kestiği her eseri, her adamı, her kitabı hatta her yeri paraya dönüştürmeye ahdetmiş. Bir Monalisa endüstrisi yok mu mesela? Monalisa hakkında üretilemeyen ne var? Monalisa nerede karşınıza çıkmıyor? Dünyanın her yerinde bulabileceğiniz bir şey değil mi Monalisa? Abartmıyorum. Defter kapaklarından tutun da, WC kapılarına kadar her yerde Monalisa yok mu? Aynı şey pek çok durum için geçerli maalesef. Söz gelimi Mevlana da bu kapital yarışından nasibini almıştır. Kültür Bakanlığının haberi var mı bilmem ama Konya'da ismi Mevlana olan 'etli ekmek' türü bile var. Vallahi. Siparişi alırken garson soruyor: Etli ekmeğiniz nasıl olsun? Kuşbaşılı? Kaşarlı? Kıymalı? Mevlana? Mevlana dediği karışık. Mevlana'nın gerçekte kim olduğu ile ilgilenen yok. Onu eleştiren kötekleniyor. Pidesini yapan para kazanıyor. 

Kitapta en sevdiğim bölümlerden biri Emrullah Yıldız'ın 'görçek' uygulaması oldu. Şahaneydi. Diğeri ise Mickey Mouse ve Süperman'ın kapitalizme yaptıkları desteğin dile getirilmiş olmasıydı. 

Yazıyı şimdi bir kez daha okudum. Sunay Akın'dan farkımız kalmamış. Çağrışımlar insanı nerelere getiriyor? 

  

27 Şubat 2016 Cumartesi

Ağır Ol Batman Gel Aslanım

Ciddiyet önerdiği bir adama böyle der Yozgatlı: 'Ağır ol batman gel!' Evlilik çağına gelmiş bir kız hanım hanımcık ve ideal bir tipse, 'elinde kına ağzında dua' derler. Yapılan bir iş gereksiz ya da uyduruk bir şeyse 'ebem sıçtı, tavuk deşti' gibi kaba görünümlü amma içerisinde pek naif olan akıllara zarar bir tespitte bulunurlar. Yozgat'ın dil bilgisi böyledir. Kaba-saba amma çok dolu. Mesele yeter ki yaşamın içinde bir anı tanımlamak olsun Yozgatlının lafı cebindedir. Söz gelimi Yozgat'ta 'köpek' yoktur. 'it' vardır. İt lafı o kadar çok şeyi ve durumu anlatmak için kullanılır ki bu konuda ortalama 200 sayfa hacminde bir kitap çıkacağını iddia ederim. 'İt gibi kapıda beklemek', 'it gibi ayağını çeke çeke ölmek', 'kapıda it olmak', 'it dölünün inadı', 'it kapıda zabın gerek' bu hacimli dil bilgisinin bir kaç örneği. Yozgatlı, aynı zarif betimlemeleri pek çok farklı konuda yapar. İçinde ille de 'it' geçmek zorunda değildir. Mesela gitmek istediği yere götürülmek için 'Beni de götür kölesi olduğum' der. Bir anda ortaya çıkan sürprizler için 'Aha sana bir kaya, nerene dayarsan daya' diyerek yaratıcı zekasının çıktığı zirveyi görmemizi sağlar. Dalga geçilecek bir duruma düştüğünde 'Tepemize telek sokup oynatsın millet bizi' der. Konuya ortasından girdik şimdi fark ettim. Yozgatlı yazar Mustafa Çitfci'nin ilk hikaye kitabı Adem'in Kekliği ve Chopin'den bahsediyorum. Sözünü ettiğim bu 'laflar' ise kitaptan. Bozkırda Altmışaltı kadar bütün, tanıdık ve sıcak on altı hikayede geçenlerden.   

Kitapta muazzam bir bütünlük var diyorum. Zira Mustafa Çiftci, bu coğrafyanın dil bilgisine çok hakim bir yazar. Deyim yerindeyse kılcal damarlarına kadar tanıyor bu bölgeyi. Okurken bunu rahatlıkla hissedebiliyorsunuz. 

Hikayeler tanıdık diyorum. Zira Mustafa Çiftci'nin hikayeleri ve karakterleri Anadolu'nun her yerinde karşınıza çıkabilecek türden. Söz gelimi, özürlü bir çift gözle doğan ve hamurunda biraz da saflık olan birinin; toplum tarafından hem sahip çıkılan hem de alay edilen bir tip olarak yaşamın içine nasıl kabul edildiğini görmüşsünüzdür. Ya da atasına sırtını dönerek köyden şehre gelen, şehirde de bir türlü düzen kuramadığı için kös kös köye dönenlerden en az birini tanıyorsunuzdur. Kocasını erkenden toprağa veren bir gelinin 'sahipsiz' ifadesiyle nitelendiğini duymuşsunuzdur. Sonra bu sahipsiz kadının yaşam karşısındaki namuslu ve yalnız direnişini. Böyle böyle hikayeler yazmış Mustafa Çitfci. 

Hikayeler için sıcak diyorum ancak bunu anlatabileceğimi sanmıyorum Kitabı okurken bu sıcaklığı hissetmemeniz imkansız.

Son tahlilde Mustafa Çitfci'nin bize unuttuğumuz pek çok şeyi hatırlattığını düşünüyorum. Çünkü onun öykülerinde ısrarla carpe diem (anı yaşa) diyen tuhaf adamlar yerine geçmişi ile barışık, geleceğinden her daim ümitli adamlar var. 'Daha çok isteyen' adamlar yerine kanaat etmeyi bilenler var. 'Önce kendini sev' diyen post-kapital motto yerine, 'diğerlerini düşün' diyen bir Anadolu bilgeliği var. 'Sen mutlu ol yeter' bencilliği yerine 'ananın babanın hatırını say' diye kulağınıza fısıldayan adamlar var. Yoksulu koruyan, yetimi gözeten, birbirine çay ısmarlayan, aşık oldular mı bunu hakkıyla yaşayan, ve onurlu bir yaşam için didinen adamlar. 

Maruz kaldığımız bu kirli ve ego parlatan 'veri bombardımanının' hemen yanına basitliğimizi, küçüklüğümüzü, acizliğimizi, çaresizliğimizi ve insanlığımızı anlatan hikayeler koyarak bize kendimizi hatırlatan Mustafa Çiftci'ye teşekkürler.  






25 Şubat 2016 Perşembe

Tarihe Düşülmüş İyi Niyetli Notlar

Kemal Sayar'ın son kitabından bahsedeceğim. Kitabın ismi Kayıp Arkadaş. 2016 Şubat basımı. Yani çok taze bir kitap. Kitabın kapağında bu kayıp arkadaşın düşmanımız olduğu söyleniyor. İçeride ise neden düşmanımızla arkadaş olmamız gerektiği uzun uzun anlatılıyor. Hem de çok zarif ve insani bir duyarlılıkla...Kitap, yazarın daha önce farklı yerlerde yayınlanmış yazılarından derlenmiş. Yazarı takip edenler kitaptaki bir yazıyı evvelce okudukları hissine kapılabilir. Önceden okumuş olma hissinin ise temelde bir mahsuru yok, zira yazılar tekrar tekrar okunmayı fazlasıyla hak ediyor. 

Kitap çok belli olmayan bir çizgiyle iki bölüme ayrılmış. Birinci bölümde daha güncel ve dünyaya ait sorunlardan bahsedilirken. İkinci bölümde ise bu tuhaf gezegende yaşayan insanın hüzün veren yalnızlığından ve zorla biçimlendirilen algısından bahsediliyor.

'Dünya, dayanılmaz bir yer.' Kitabı okurken hissettiğim en net duygu bu. Terör mağduru insanlar, metropollerin kalbinde patlayan bombalar, kıyıya vuran çocuk cesetleri, her yerde ve her daim ölenler/öldürülenler ve katiller...Yazıları okudukça yumruklarınızı sıkmaya başlıyorsunuz. Kaşlarınızı çatmaya ve huzursuzlanmaya...Derken kendinizi Kabil'e küfrederken buluyorsunuz. Bütün kötülerin ve kötülüklerin sebebi Kabil. Kitaba göre Habil, onun kayıp arkadaşı. Çünkü hepimiz bir diğerinin Kabil'iyiz. Habil olmadan Kabil'in, Kabil olmadan da Habil'in anlamı yok. Siyahla beyaz gibi, geceyle gündüz ve yaşamla ölüm gibi...Dünya zıtlıklarla kaim. Birileri öldürecek, birileri de ölecek. Dünyanın alın yazısında bu sapmaz hakikat var. 

Yazar, gözyaşıyla yıkanan bu gezegene biraz daha empati, biraz daha merhamet ve sevgi öneriyor. Bizlere ise; Öteki dediğimiz adama, yani düşman bellediğimize "otursana biraz konuşalım." dememizi öneriyor. Acısına ortak olmamızı, yanına oturmamızı ve yaşananları vicdan denilen turnusol kağıdı ile  ölçüp biçmemizi öneriyor. El hak bunlar iyi niyetli cümleler. Ancak bundan ötesi maalesef olmayacak. Kabil öldürmeye, Habil de ölmeye devam edecek. Bakara Suresi'nin 86. ayetinde ahireti karşılığında dünyayı satın alan adamlardan bahsediliyor. Bu adam tipi ebed müddet varlığını sürdürecek ve iyiler ölmeye devam edecek. 

Daha çok isteyen, daha çok tüketen, daha çok sahip olan, daha fazlasını arzulayan, ölmeden önce yapması gereken 100 şeyi sektirmeden yapan, daha sağlıklı olmak için fakir sofralarına uğramayan organik ürünlerle beslenen, daha uzun yaşamak için modern kürler uygulayan, genç kalmak için insanlığını portmantoya asıp kozmetik sektörünün nesnesi haline gelen, geleceği bir toplama çıkartma hesabına sıkıştıran, zamanı mekanik bir aksamın içine hapseden, daha çok görünmek ve daha çok göstermek isteyen, daha çok silah satmak için daha çok savaş çıkaran, daha çok öldüren ve son tahlilde dünyayı elde etmek için ahireti satan adam tipi hep olacak. Yazar, insan insanın yurdudur diyerek okuru ümitli olmaya davet ediyor. İnsanın doğası gereği "iyi" olduğunu ve ondan ümit kesmemek gerektiğini hatırlatıyor. Yazara katılmayı çok istiyorum ancak beceremiyorum. 

Kitapta en sevdiğim yazı, "Güzel Ölme Sanatı" başlıklı yazı oldu. Bizim irfanımızda ölümün yaşamın bir parçası olduğu vurgulanırken, seküler algıda ölümün bir 'anma' törenine dönüşmesi harika anlatılıyor. Yaşamın kutsanması ve ölünün 'tıbbi atık' mesabesine ini vermesi...

En sevdiğim bakış açısı ise 'Unutmak' ve 'Nostalji' konularına psikiyatri gözlükleri ile bakıldığı bölümler oldu. Yazarın "yaşam tarzı pornografisi" dediği sosyal ağlarla ilgili tespitler ise son dönemdeki ifadesi ile tam 'okumalık'.

Son tahlilde Kayıp Arkadaş kitabı tarihe düşülmüş ve kesinlikle iyi niyetli notlardan oluşan bir kitaptır. Aynı zamanda hararetle yapılan bir okuma önerisidir.

23 Şubat 2016 Salı

Predestination...

"Nasıl gelmiştin buraya sahi?
Bilmem diye yalan söyledi Tayfun. O kadar çok dua ettim ki Allah kabul etti demek."

'Holywood senaryo sıkıntısı çekiyor' dedikleri günlerdi. Kim mi diyordu? Tabi ki 90'lı yılların sinema dergileri. O zamanlar henüz internet elimizin altında değildi. İnternet kafe denilen baz istasyonları ise henüz keşfedilmemişti. Hatta, memleketi aramak için en yakın telefon kulübesine kadar yürüyorduk ve eğer sokaktaysan sana kimse ulaşamıyordu. Çünkü cep telefonu denilen organımız henüz insan türünün vücuduna monte edilmemişti. Çok uzaklarda bir tarihten bahsettiğim hissine kapılmış olabilirsiniz. Ama değil. 1998'den bahsediyorum. Holywood'un konu bulamadığı yıllardan. 

Elde avuçta ne varsa filmi yapılmış ve geriye pek de bir şey kalmamıştı. Vampirler eskimiş, kovboy filmlerinin yüzüne bakan kalmamış ve henüz zombileri ciddiye alan kişioğlu sayısı bir elin parmaklarını geçmemişti. Velhasıl dünya sinemasının kalbi Holywood, film yapacak konu bulamıyordu. Ve kuvvetle muhtemel ki eli iş tutan bir Holywood senaristi Sezgin Kaymaz'ın "Geber Anne"sini okumamıştı. Okusaydı, çok hoş bir kurguyu film yapma bahtiyarlığına o zamandan erebilirdi.    

Geber Anne, 1998 model bir kitap. İletişim Yayınlarından çıkmış. Sezgin Kaymaz'ın ilk romanlarından. 

Kitap Ankara'da geçiyor. Hatta Keçiören'de. Bize çok yakın. Birkaç sokak aşağıda. Meteoroloji taraflarında. Henüz Fatih Köprüsünün yapılmadığı yıllarda. Eskilerin anlattığı 'bahçeli Keçiören evleri' zamanında. Yazara bu kadar yakınımızda geçen bir eser verdiği için teşekkür ediyorum. 

Az önce de söylediğim gibi kitap, Holywood filmlerine konu olacak kadar hoş ve heyecanlı bir kurguya sahip. Kitapta karakter sayısı çok az. Mevcut karakterlerin ise hepsinin üzerinde yeterince durulmamış. Kitabı taşıyan depresif çocuk Tayfun, ışıktan olma topraktan doğma Kerem, asil ve huysuz kadın Melek ve kısaca lüzumsuzlar diyebileceğimiz İhsan Beyit ve Hasan Çokar. 

Kitap, Tayfun'u merkeze koyarak, İsmailoğlu ailesinin utancını/dramını anlatıyor. Melek Hanım ve Kerem hep oradalar. Freudyen bir bakış kitabı okursa Tayfun ve Melek Hanım arasındaki ilişkide Oidipus Kompleksini temellendirecek çok malzeme bulabilir. Aynı şekilde, Kerem ile Tayfun arasındaki ilişkide de normallik sınırlarını zorlayan yakınlaşmalar rahatsızlık verebilir. Mevlana ile Şems arasında yaşanan ve kimilerini rahatsız eden iletişim biçimi burada sık sık karşımıza çıkabiliyor.

Hasan Çokar ve İhsan Beyit ise zaman zaman sahneye çıkmalarına rağmen kitabın en güçlü bölümlerine payanda oluyorlar. İki karakterde yurt müdürü. Bunların başlarına gelenleri okurken gözümün önüne üçüncü sınıf bir Türk filminin setinden fırlamış iki beceriksiz figüran geliyor. Ama kitabın hareket alanını o kadar genişletiyorlar ki yaptıkları işi görmezden gelmek haksızlık olur. Reenkarnasyona açtıkları kapı, ölüm ve ötesi ile ilgili çıkarımları ve mezarlıkta yaptıkları akıllara zarar tespitler kitabın önünü açıyor. Bu nedenle en çok onları sevdim. Bu iki adam, bizim çok iyi tanıdığımız müdürlerden. Cahil, zalim ve dindar. Onları hem sevecek hem de gıcık olacaksınız. 

Kitapta yoğun bir şekilde hissedilen mistik bir hava var. Bunda bölüm başlarında tercih edilen Mevlana sözlerinin ve zaman zaman üzerinden geçilen "aşk" temalı diyalogların çok etkisi var. Artık yeni nesil okura sıkıcı geleceğini düşündüğüm "ben sende kayboldum, aşkından eridim sen oldum" "ben ol da anla", "şarabı içen o, sarhoş olan sizsiniz" gibi tasavvufi içerikler sıkça kullanılıyor. Kitabın kurgusuna bütüncül bir gözle bakıldığında belki de kitabı yoran iki şeyden biri bu. Yani tasavvuftaki tuhaf aşk algısının satır aralarına serpiştirilmesi. Diğer yorucu unsur da Kerem'in nedenini bir türlü anlayamadığımız ama ısrarla güncellenen büyüleyici kişiliği, güzelliği, ışıklığı, etkileyiciliği...Yazar, Kerem karakterine çok yatırım yapıyor, ancak Kerem hep onu ilk tanıdığımız haliyle kalıyor. Keşke kitabın sonunda Tayfun kadar güçlenebilseydi. Şu haliyle kerameti kendinden menkul bir Kerem olarak kaldı. 


Kitapta ısrarla üzerinde durulan zamanın halleri ve evrendeki devir daim kavramları ise çok keyifli ve düşündürücü bir okumaya imkan tanıyor. Bu bölümlerdeki yorumlar çok defasında Hasan Çokar ve İhsan Beyit kalibresinde olsa da keyif aldığımı belirtmek isterim. Kitabın zamanı eğip büken yanlarına çokça değinildiğini düşündüğümden burada bitiriyorum. 

Son söz: Geber Anne! okunur...







18 Şubat 2016 Perşembe

Bu Kitapta Hiç İyi İnsan Yok

Mustafa Çiftçi'nin Bozkırda Altmışaltı'sından sonra Sezgin Kaymaz'ın 'Bakele' isimli hikaye kitabı ile Anadolu'yu yaşamaya devam ediyoruz. Kitabın, kültürün ve sanatın Anadolu'da bir yerlerden yükselmesi engel olamadığım bir sevince kapılmama neden oluyor.  Sezgin Kaymaz'da Ankara'da yaşayan yazarlardan. "15-16 milyon insan İstanbul'da yaşıyor abicim!" diye bir geyik var. Ona bakılırsa geriye kalan 60 küsur milyonda Anadolu'da yaşıyor. Bu nedenle Anadolu'dan çıkan sesler çok önemli, sahip çıkmak gerek. Bu İstanbul hegemonyası bitecek/bitmeli.    

Sezgin Kaymaz, Bakele'sinde tam ortasından seslenmiş Anadolu'nun. Hemen buralardan sesleniyor okura. Ankara'dan, Ulus'tan Kızılay'dan.  

Kitap, tek oturumda okunacak türden. Kısa, akıcı ve keyifli öykülerden oluşuyor. Öykülerin kimi sarsıcı, kimi "aynen öyle valla" dedirten cinsten, kimi de havadan sudan...Alacaktan, verecekten, berberden, bakkaldan...

Kitapta 34 öykü var. Yaşamın ta içinde geçen olaylar. Yazar; basit, küçük, sıradan ve çoğu zaman kimsenin dikkatini çekmeyen olaylardan bahsediyor. Kitabın içindeki insanlar da olaylar kadar sıradan. Neredeyse hiç iyi insan yok öyküler arasında, kötü de yok. Hep ortalama tipler. Ne iyi, ne kötü. Belki de iyiliği ile en dikkat çekici isim Julia'dır (o bir doberman).

Uzun uzun anlatılan kimse yok kitapta. Ama karakterlerin tamamını hayatınızda en az bir kere gördüğünüze bahse girerim. Çünkü hepsi içimizde yaşıyor. Bu nedenle kitap boyunca tanışacağınız herkes, evvelce selamlaştığınız, çay içtiğiniz hatta aynı odada kaldığınız biri olacak hiç şüpheniz olmasın. 

Öykülerin tamamında bulunan, okudukça satır aralarından fırlayan ve her sayfada gittikçe yükselen bir duygu var. Çok net hissettiğim bu duygunun adı: "biz". Sokaktaki biz, evdeki biz, yalancı biz, çıkarcı biz, yardımsever biz, pişman biz, dindar biz, kavgacı biz, sevgi dolu biz, saf biz...Karakterlerin hepsini belki de bu nedenle tanıyor olacaksınız. 

Kitabın verdiği bir toplumsal mesaj yok. Varsa da ben görmedim. 'Daha güzel bir dünyada yaşayabiliriz', 'şehir magandalarına dur de' ya da 'trafik canavarı olmayın' gibi daha önce "hiç duymadığımız" mesajlar yok. Hikayeler; okuyun, eğlenin, ağlayın, hüzünlenin diye yazılmış besbelli. Toplumsal mesaj vermeyen kitap mı olur? diye soracak olursanız iki öykü de geçen "köpekleri sev, onları koru" mesajı veren bir kaç satırdan bahsedilebilir. :)


En beğendiğim hikayeler ise; Gödeneli İshak Demir ve Kadın Gibi. İyi okumalar. 

  

17 Şubat 2016 Çarşamba

Erkek Böyle Hissetmez!

"Yanımdayken yanımdaymış gibi hissedemez olmuştum onu mesela. Ben onun yanındaymışım gibi hissediyordum."

Sezgin Kaymaz-Bakele-Erkek Olan






16 Şubat 2016 Salı

Kitab'ül Hiyel'den İki Mesele

İhsan Oktay Anar'ın bütün eserleri Kitab'ül Hiyel'le dün akşam itibariyle bitti. Birbirinden güzel 7 kitap. Kullanılan dil, olayların geçtiği dönem, mekan ve karakter tasvirleri, ilgili-ilgisiz yerlerde pat diye kitabın içine düşen karakterler, akıl sınırlarını aşmasına rağmen hiç bir mantık kuralını çiğnemediğine iman ediverdiğiniz hikayeler ve damak şaklatan bir kurgu...İhsan Oktay Anar, yazmaya devam etse iyi olur. 

Kitab'ül Hiyel esasen 20 yaşını aşmış bir kitap. Yazar kitabın sonuna 93 yılını not düşmüş. Baskı yılı muhtemelen daha geç. Ancak son dönemde yazdıklarından hiçte aşağı kalır bir yanı yok. Hatta Kitab'ül Hiyel'in daha özel bir çalışma olduğu bile söylenebilir. Çünkü kitabın omurgasını oluşturan mühendislik çalışmaları öyle her babayiğidin "hımm tamam anladım" diyebileceği işler değil. Kitabın içine çizilen makine eskizleri, öyle özenli çizilmiş ve anlatılmış ki mekanizmayı anlamak için ciddi ciddi incelemeniz gerekiyor. 

Kitapla ilgili yazılmadık şey kalmamış. O nedenle oturup bir kitap analizi yapmayı yersiz buluyorum. Ancak kitap boyunca dikkatimi çeken iki önemli nokta var. Birincisi, "soru" halinde yaşayan adam tipinin anlatıldığı bölümler. Diğeri ise Devlet-i Ali Osmani'nin çürümüş bürokrasisinin alelade bir vak'aymış gibi aktarıldığı bölümler.

İnsan beyni, oksijen ve glikozla çalışır derler ama eğer içinde bir soru yoksa korkarım doğru düzgün çalışamaz. Hele ki bu soru "doğru soru" değilse hiç çalışmaz. Kitapta hep soru halinde yaşayan adam derken kastettiğim buydu. Örneğin; Yafes Çelebi ve Calüd'ün gündelik yaşamın içindeyken fark ettikleri her ayrıntının yeni bir icat olarak karşımıza çıkması harikaydı. Ya da yaşadıkları her krizi zihinlerinde günlerce taşmaktan yüksünmemeleri gibi yalnızca deha geni taşıyan adamlara ait özellikleri onlarda görmek pek hoş bir duyguydu. Gözleri iki soru işareti olarak etrafı tarıyor, olup biten her olay, kurulan her cümle ilham kaynağı oluyordu. Söz gelimi, Yafes Çelebi'nin Rossini'nin Hırsız Saksağan eserini duyduktan sonra kendine bir geçim kaynağı bulması, ancak kafasında soru taşıyan bir adamın elde edebileceği bir buluştur. Aynı şekilde Galata kulesinden belindeki kuşak sayesinde döne döne düşen bir adamın durumuna bakıp deniz savaşlarında kullanılabilecek bir silah fikrinin parlaması da buna örnektir. Tabi olarak, alelade olaylarda bir mucize saklandığını fark etmek ancak böyle kafaların işidir. Kahramanlarının yaşadığı krizleri çoğu zaman hoş bir tesadüfle ya da parlak bir fikirle çözen İhsan Oktay Anar belki "deha geni" taşıyan bir kahramanının başından geçenleri anlattığı bir kitap yazar? Kim bilir. 

Dikkatimi çeken ikinci konu ise kokuşmuş bürokrasinin insana neler yaptığı ile ilgili. İnsanı devlet hakkında korkutan en net duygu: "Yolunda gidiyormuş gibi görünen bir işin her an sekteye uğrayacağı ihtimalidir." Devletle iş yapanlar bunu çok iyi bilir. Hangi memurun, kağıdın neresinde bir sorun bulacağını asla kestiremezsiniz. Kitap, Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerini anlatıyor ve sık sık değindiği konulardan biri de çürümüş devlet bürokrasisi. İcat ve buluşlarla devlet kapısını aşındıran ve bir umut ciddiye alınmayı bekleyen hiyelkarları canından bezdiren memur diktatörlüğü o kadar güzel anlatılmış ki, bu bölümlere bayıldım. Öyle bıktırıcı ve tiksindirici bir memur algısından bahsediliyor ki, ister istemez kahramanların haline acımaya başlıyorsunuz. Hatta devlet eliyle defalarca linç edilen Yafes Çelebi'nin durumu bir yerde şöyle anlatılıyor: "Kendisini muhtemel bir talihsizliğe hazırlamayı adet edinmiş olan Yafes Çelebi, her şeyin yolunda gideceğine kolay kolay inanmak istemiyordu." Bu bölümler bana 20-30-40 yıl öncesinin Türkiye'sini hatırlattı: Memur diktatörlüğü...

İhsan Oktay Anar, kalemiyle, tarzıyla, diliyle, kurgusuyla gerçekten önünde şapka çıkartılması gereken bir yazar. Ortaya koyduğu bu tarz, yarattığı bu bütünlük duygusu ve en önemlisi mesaj yüklü satırlarıyla uzun yıllar okunacak bir yazar.   






11 Şubat 2016 Perşembe

Bir Gün Değil, Her Gün Sevgililer Günü Olsun !

Medya marifetiyle besleyip palazlandırdığımız ve sonrada el birliği ile "çok mühim günler" başlıklı listede kurban ve ramazan bayramından hemen sonraya yazdığımız sevgililer günü geldi çattı. Ne kadar bahtiyar olduğumuzu konuşmaya gerek yoktur sanırım? 

Şimdi oturup uzun uzun kapitalist dünya düzeninin akıl sağlığımızla nasıl oynadığı hakkında yazmayı yersiz buluyorum. Hem sıkıcı da olur. Yaşadığımız şey kelimenin tam anlamıyla "tecavüzün kaçınılmaz" olduğudur Nokta. Sen istediğin kadar "bunlar batı adeti, bizimle ne ilgisi var böyle günlerin?" deyu bağır çağır. Anadolu'nun kalbi olan Yozgat'da bile Sevgililer Günü kutlanmaktadır. Yozgat diyon ne diyon? Yozgat gibi yerde kutlanan sevgililer günü, Ankara'da, İstanbul'da kutlanmaz mı? 

Bu nedenle sevgililer günü kutlamalarının gereksizliğini vurgulamak yerine, hem kafama takılan bir kaç soruyu sormak hem de bu özel gün ekseninde yaptığım bir iki tespitimi paylaşmak istiyorum. Yoksa zevk almaya başladık bile mi demeliydim?

1.  Sevgililer Günü neden kızların, erkeklere kıyasla daha özel, daha önemli olduğu ve daha fazla hatırlandığı bir gün olmak zorundadır? Neden önce kızların hatırlanması gerekmektedir? Erkek sevgililer de kızlar kadar hatırlanmalı değil midir? Bu sömürüye birileri dur demelidir. Uyarmadı demeyin erkekler. Sizin de trip atma hakkınız vardır.


2. Sevgilisi olsun olmasın, bugüne kadar neden hiç bir kız çıkıp da "böylesi salak günlerin" gereksizliği üzerine bir demeç vermemiştir? Tam tersine neden sevgililer gününde bütün kızlar "çok pahalı bir arsayı ucuza kapatmış emlakçı gibi avuçlarını ovuşturmakta ve hınzırca gülmektedir?"

3.  Çiftlerin birbirine aldıkları hediyelere bakıldığında, kadınlara alınan hediyelerin daha dikkat çekici olduğu görülmektedir. Gariban erkekler, %80 pamuk, %20 oranında polyester malzemeden yapılma çorapla mutlu olurken, kadınların hediyeleri hep altınbaşak, atasayar ve zen gibi kuyum sektörü ile ilgili olmaktadır. 6'lı fincan takımı, blendır, tost makinesi gibi yaşamı kolaylaştıran aletler ille de annelere mi layık görülmelidir? Bu noktada geçtiğimiz senelerde eşine sevgililer günü hediyesi olarak "sağmal inek" alan romantik adam hatırlanmalı, zekası önünde saygı ile eğilmelidir. Adamın eşi ise bu durum karşısında burun kıvırmamış, beyinin kendisini ne kadar sevdiğini düşünerek mutlu olmuştur. 

4. Sevgililer Günü'nün yurt çapında bir teyakkuz haline dönüşmesinden dolayı artık TBMM bu özel güne bir el atmalıdır. Tez elden meclis toplanmalı ve Sevgililer Günü tatil yapılmalıdır. Çünkü bu özel günün teorik olarak 1 Mayıs'tan farkı yoktur. Hatta sevgililer gününün perşembe gününe denk geldiği senelerde tatil, hafta sonunu da içine alacak şekilde uzatılmalıdır? Haksız mıyım allasen? 

5. Yapılan araştırmalara göre dünya üzerinde ayrılıkların en çok yaşandığı tarih 14 Şubattır. Sevgilisi tarafından unutulan, ihmal edilen, hediye alınmayan, yemeğe çıkartılmayan ve alınan hediyeyi beğenmeyen nice kadın/kız, hızla ilişkisini gözden geçirmektedir. Yaşadığı bu değersizlik duygusu nedeniyle, uzun süredir içinde tuttuğu sözcükleri bir anda seslere dönüştürmekte ve "bu öküzle benim ne işim var!? sorusu etrafında yoğunlaşan sesler hızla atmosfere karışmaktadır. Akabinde çıkan kavgadan mütevellit canım aşklar/flörtler sona ermektedir. Bu durum daha ne kadar devam edecektir? Emek verilmiş, büyütülmüş ilişkiler bir 14 Şubat ihmalkarlığı yüzünden heba olup gidecek midir? Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı acaba görevinin başında mıdır?

6. Sevgilinle yemek yediğin yerin her zaman lüks restoranlar mı olması gerekmektedir Televizyonlarda neden ısrarla zenginlerin sevgililikleri gösterilmektedir? Lüks restoranlarda sevgilisine yemek yediren zengin adam tipi neden ısrarla pohpohlanmakta, parlatılmaktadır? Fakirler, orta halliler bugüne özel bir yemek programı yapamaz mı? Sevgililer Gününde parası olmayan biri, pidenin içini evde yapıp ortasına kıyma ile kalp şekli kondursa zenginlerinkine benzeyen bir romantizm seviyesi yakalanmış sayılmaz mı? 

7.  Sevgililer Günü ile keman arasında kurulan zoraki bağlantı, neden bu topraklarda saz ile kurulamamaktadır? Saz, kemana göre aşkı daha içten anlatan bir enstrüman değil midir? Aşk dolu türkülerimiz kemanla mı söylenmektedir kuzum? Sevgililer Gününe özel programlar yapan mekanlar, sevgililerin başında keman çalan adamlar yerine saz tıngırdatan abdalları istihdam etseler daha iyi olmaz mı?

8. Sünnet olmak, cerrahi bir olaydır ancak konu komşu gelir, altın takar. Mana boyutu bir kenara bırakılıp aynı mantıkla bakıldığında yemek yeme işi de gastronomik bir olaydır. Ama sevgililer romantiklik olsun diye yemeğe çıkarlar. Böylesi özel ve anlamlı bir günde balık, kuzu şiş, ali nazik, patlıcan kebabı gibi Türk restorancılığını ayakta tutan şeyleri sevgiliyle yemenin romantik olduğunu düşünmek nasıl bir algı dünyasının eseridir? Bu mantıkla olaya baktığınızda sünnet olana altın takma işi, kebap yerken romantik olmaktan daha mantıklı görünmektedir. 

9. Sevgilisi olmayanlara Ramazan Bayramını ailesinden uzakta geçiren uzun yol şoförü gibi muamele yapmak da neyin nesidir? Sevgilisiz olmak, hangi engel grubuna girmektedir? Sevgilisi olmadığı için her 14 Şubatta bunalıma giren yüz binlerce vatan evladına reva görülen bu zulmün ve yarattığı travmanın sorumlusu kimdir? Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı 14 Şubatlarda fazladan mesai yapmalı değil midir?






8 Şubat 2016 Pazartesi

Batıya, Hep Batıya Gidin "bok" Var!

6-10 yaş arası çocuklar için önerilen kitaplardan bir kaçı...

Yukarıdaki "resimde"* ülke çapında kitap-müzik piyasasını belirleyen bir mağazanın 6-10 yaş arasındaki çocuklar için önerdiği kitaplar var. Mağaza, anne babaları kitap arama zahmetinden kurtardığını düşünmüş olacak ki bu yaş aralığındaki çocuklar için bir bölüm ayırmış ve okumalarını uygun gördüğü kitapları sıralamış. Anne babalar için müthiş kolaylık. 

Kitaplar arasından yaklaşık 20 saniye içinde seçtiklerim bunlar. Yeminlen söylüyorum, 20 saniye sürdü. Ejderhalar, vampirler, cadılar, lanetliler, korsanlar, hayaletler...Ortalık toz duman...

Batı'nın masalcılığı ile ilgili dosyaya kısaca bakmak lazım. Psikopat kardeşler Hansel ve Gratel, çocuklara bakamıyoruz diye ormana bırakan Oduncu ve Karısı namlı sosyopatlar, el kadar çocuklara zulmeden üvey anneler (külkedisi, pamuk prenses), uyuyan güzele tecavüz eden asil prensler...Midem kalktı vallahi...Uzatmayalım. Batı'nın masal tarihini merak edenler bize sempatik sempatik anlatılan masalların asıl öykülerine bir göz atıversinler.

Vampir, zombi, hayalet gibi hastalıklı kavramları okuyarak büyüyen çocukların ne olmasını hayal ediyorlar bilmiyorum. Bu masalları anlatarak büyüttükleri çocuklarının dünyaya neler yaptığını da görüyoruz.

Doğu ile Batı'nın masallarına daha dikkatli bakmak lazımdır. Şu beğenmediğiniz Keloğlanımız bile ahlak, iyilik, doğruluk, erdemlilik dolu mesajlar vermekteyken, burun kıvırdığımız sakallı hocamız Nasrettin, mütemadiyen aklın ve öngörünün altını çizerken, Dede Korkut masallarındaki korkunç Tepegöz bile sonunda doğru yolu buluyorken ne işimiz olur zombilerle, vampirlerle, hayaletlerle?

Batı'nın yediği herzelerle ilgili Sezai Karakoç'un manidar şiirini ilişiğe ekliyorum. Okumakta fayda vardır.

*resim sözcüğü Ara Güler'in tercihi. Benim de çok hoşuma gidiyor. 

MASAL



Doğuda bir baba vardı
Batı gelmeden önce
Onun oğulları batıya vardı


Birinci oğul batı kapılarında
Büyük törenlerle karşılandı
Sonra onuruna büyük şölen verdiler
Söylevler söylediler babanın onuruna
Gece olup kuştüyü yastıklar arasında
Oğul masmavi şafağın rüyasında
Bir karaltı yavaşça tüy gibi daldı içeri
Öldürdüler onu ve gömdüler kimsenin bilmediği bir yere
Baba bunu havanın ansızın kabaran gözyaşından anladı
Öcünü alsın diye kardeşini yolladı

İkinci oğul Batı ülkesinde
Gezerken bir ırmak kıyısında
Bir kıza rastladı dağların tazeliginde
Bal arılarının taşıdığı tozlardan
Ayna hamurundan ay yankısından
Samanyolu aydınlığından inci korkusundan
Gül tütününden doğmuş sanki
Anne doğurmamış da gök doğurmuş onu
Saçlarını güneş destelemiş
Yıllarca peşinden koştu onun
Kavuşamadı ama ona
Batı bir uçurum gibi girdi aralarına
Sonra bir kış günü soğuk bir rüzgâr
Alıp götürdü onu
Ve ikinci oğulu
Sivri uçurumların ucunda
Buldular onulmaz çılgınlıkların avucunda
Baba yağmurlardan anladı bunu
Yağmur suları acı ve buruktu
İşin künhüne varsın diye
Yolladı üçüncü oğlunu


Üçüncü oğul Batıda
Çok aç kaldı ezildi yıkıldı
Ama bir iş buldu bir gün bir mağazada
Açlığı gidince kardeşlerini arayacaktı
Fakat batının büyüsü ağır bastı
İş çoktu kardeşlerini aramaya vakit bulamadı
Sonra büsbütün unuttu onları
Şef oldu buyruğunda birçok kişi
Kravat bağlamasını öğrendi geceleri
Gün geldi mağazası oldu onu parmakla gösterdiler
Patron oldu ama hala uşaktı
Ruhunda uşaklık yuva yapmıştı çünkü
Bir gün bir hemşehrisi onu tanıdı bir gazinoda
Ondan hesap sordu o da
Sırf utançtan babasına
Bir çek gönderdi onunla
Baba bu kağıdın neye yarayacağını bilemedi
Yırttı ve oynasınlar diye köpek yavrularına attı
Bu yüklü çeki
İyice yaşlanmıştı ama
Vazgeçmedi koyduğundan kafasına
Dördüncü oğlunu gönderdi Batıya

Dördüncü oğul okudu bilgin oldu
Kendi oymak ve ülkesini
Kendi görenek ve ülküsünü
Günü geçmiş bir uygarlığa yordu
Kendisi bulmuştu gerçek uygarlığı
Batı bilginleri bunu kutladı
O da silindi gitti binlercesi gibi
Baba bunu da öğrendi sihirli tabiat diliyle
Kara bir süt akmıştı bir gün evin kutlu koyunundan

Beşinci oğul bir şairdi
Babanın git demesine gerek kalmadan
Geldi ve batının ruhunu sezdi
Büyük şiirler tasarladı trajik ve ağır
Batının uçarılığına ve doğunun kaderine dair
Topladı tomarlarını geri dönmek istedi
Çöllerde tekrar ede ede şiirlerini
Kum gibi eridi gitti yollarda

Sıra altıncı oğulda
O da daha batı kapılarında görünür görünmez
Alıştırdılar tatlı zehirli sulara
Içkiler içti
Kaldırım taşlarını saymaya kalktı
Ev sokak ayırmadi
Geceyi gündüzle karıştırdı
Kendisi de bir gün karıştı karanlıklara

Baba ölmüştü acısından bu ara

Yedinci oğul büyümüştü baka baka ağaçlara
Baharın yazın güzün kışın sırrına ermişti ağaçlarda
Bir alinyazısı gibiydi kuruyan yapraklar onda
Bir de o talihini denemek istedi
Bir şafak vakti Batıya erdi
En büyük Batı kentinin en büyük meydanında
Durdu ve tanrıya yakardı önce
Kendisini değistiremesinler diye
Sonra ansızın ona bir ilham geldi
Ve başladı oymaya olduğu yeri
Başına toplandı ve baktılar Batılılar
O aldırmadı bakışlara
Kazdı durmadan kazdı
Sonra yarı beline kadar girdi çukura
Kalabalık büyümüş çok büyümüştü
O zaman dönüp konuştu :
Batılılar !
Bilmeden
Altı oğlunu yuttuğunuz
Bir babanın yedinci oğluyum ben
Gömülmek istiyorum buraya hiç değişmeden
Babam öldü acılarından kardeşlerimin
Ruhunu üzmek istemem babamın
Gömün beni değiştirmeden
Doğulu olarak ölmek istiyorum ben
Sizin bir tek ama büyük bir gücünüz var :
Karşınızdakini değistirmek
Beni öldürseniz de çıkmam buradan
Kemiklerim değişecek toz ve toprak olacak belki
Fakat değişmeyecek ruhum
Onu kandırmak için boşuna dil döktüler
Açlıktan dolayı çıkar diye günlerce beklediler
O gün gün eridi ama çıkmadı dayandı
Bu acıdan yer yarıldı gök yarıldı
O nurdan bir sütuna döndü göğe uzandı
Batı bu sütunu ortadan kaldırmaktan aciz kaldı
Hâlâ onu ziyaret ederler şifa bulurlar
En onulmaz yarası olanlar
Ta kalblerinden vurulmuş olanlar
Yüreğinde insanlıktan bir iz tasıyanlar
Sezai Karakoç